Adrian Johnston’un yazısına Çevirenin Notu . . .
Özgür Öğütcen
Adrian Johnston’un bir makale boyutunu aşan bu yazısını çevirirken yazının daha kolay anlaşılması için, her ne kadar bu metindeki ve başka yerlerdeki ilgili referanslara doğrudan başvurmanın yerini tutmayacak olsa da, bir açıklama notu yazma ihtiyacı ortaya çıktı. Doğal olarak okurlara Freud’un, Lacan’ın ve onların ardından gelen diğer yazarların katkılarını göz önünde bulundurmalarını öneriyoruz.
Johnston’un yazısı temel olarak maddi biyolojik varlıklar olarak insanlardan bu doğal olma durumundan çıkmış öznelerin nasıl ortaya çıktığını konu ediniyor. Johnston, Anglo-Amerikan nöro-psikanalizinden farklı bir Lacancı nöro-psikanaliz kurmayı amaçlayan psikanalist François Ansermet ve nörobilimci Pierre Magistretti’nin çalışmalarına ifade edilen bu bağlamda odaklanıyor. Johnston nörobilimin, zihin felsefesinin ve diğer bütün kognitif bilimlerin bulgularını Lacancı-Freudcu psikanalizin kavramlarıyla birlikte ele alırken “organik” denilen kavramın, kendisinin “anorganik” dediği boyutla ilişkisini dürtü ve özne arasındaki ilişkiler açısından tartışıyor.
İlk olarak yazının başlığında da yer alan ve Freud’un cinsellik kuramının merkezinde yer alan “dürtü” kavramından bahsedebiliriz: bilindiği üzere İngilizcesi Drive ve Fransızcası Pulsion olan psikanalitik kuramdaki dürtü kavramının Almanca orijinali Trieb’dir. Dürtü, hemen her zaman akla “içgüdü” teriminin karşılığı olan Instinkt’i getirir, dürtü ve içgüdü arasındaki ayrım bu yazıda dahil olmak üzere, pek çok psikanalitik metinde yer almaktadır. En yalın anlamıyla dürtü, bir taraftan tek bir bireyin bedeni ve psişesi arasındaki bir geçişi, alanı, sınırı ya da kapıyı belirtirken; öte yandan ise bir anlamda insan ve hayvan arasındaki sınırı belirtmektedir. İçgüdü doyurulabilen bir ihtiyacı (örneğin, açlık ya da susuzluk gibi) ifade ederken, dürtü doyurulamaz. Dürtü belirli bir miktar enerjiden ve bunun ruhsal temsilinden oluşur ve biyolojik olandan köken alan bir güçtür, amacı kendisinin doğmasına yol açan gerilimi ortadan kaldırmaktır. Kısacası dürtü bedenden köken alır ve psişede temsil edilerek ifadesini bulur. Freud’a göre bir yanda açlık, susuzluk gibi bedensel “ihtiyaçlar” varken, diğer yanda onun en başta kendini koruma dürtüleri ve cinsel dürtüler diye ifade ettiği ve en son halinde Eros ve Thanatos olarak rafine ettiği dürtüler yer alır. Vurgulamak gerekirse Freud’un belirttiği üzere dürtünün bir ayağı bedensel ihtiyaca basarken diğer ayağı onun tanımı gereği nesnesiz, tatmin edilemez olmasıdır. İçgüdü genetik bir programın sonucu oluşur ve nesnesiyle tatmin bulur; dürtü ise yoluna dürtü olarak devam eder, nesnenin etrafında döner durur ve Lacan’a göre dürtünün hazzı bu sonsuz dönüp durma hareketindedir. Bu sözü geçen tatmin edilemezlik açısından arzu ve dürtü benzerdir, arzunun da amacı kendisini tam bir tatminden esirgeyecek bir şekilde arzu olarak yoluna devam etmektir. Lacan arzunun nesnesinin bu asli özelliğinden dolayı farklı bir arzu nesnesi tanımlamış ve buna “nesne a” (objet petit a) demiştir: objet a dünyadaki herhangi maddi bir nesne değildir ve arzunun kendisini arzu olarak devam ettirme arzusunu ifade eder. Bu nesne aşkta da iş başındadır, bu yüzden birisine niye aşık olduğumuzu tam olarak bilemeyiz, bu aşık olduğumuz kişide bulduğumuz objet petit a ile ilgilidir. Bu nesne bir kişinin “kendisinde kendisinden fazla olan”dır.
Freud’a göre cinsellik en başta oral ve anal olmak üzere kısmi dürtülerden oluşur ve buna denk düşen cinsellikte “çok-biçimli-sapkınlık”dır. Ayrıca her bir kısmi dürtünün kendisine denk düşen oral, anal gibi erotojenik bölgeleri vardır. Freud, psiko-seksüel gelişimin (normal) seyri içinde ergenlikte bu oral ve anal dürtülerin genital organların egemenliğinde tek bir dürtü olarak birleştiklerini öne sürer ve sonuçta oluşan bu genital dürtü üreme amacından bağımsızlaşarak –yani, içgüdü olmaktan çıkarak, Johnston’un deyimiyle “de-natüralize” olarak- insanı motive eden pek çok şeyin içinde yer alır.
Freud, her bir dürtünün bir kaynağı, bir basıncı, bir amacı ve bir nesnesi olduğunu belirtir, bu açıklamayla uyumlu olarak Lacan ise dürtülerin birer montaj olduğunu söyleyerek dürtülerin parçalanmış doğasına dikkat çeker. Dürtü erotojenik bir bölgeden köken alır, nesnesinin etrafında döner ve tekrar başlangıçtaki erotojenik bölgesine geri döner. Lacan’a göre bu döngü üç gramatik ifadeyle yapılandırılabilir: 1) aktif ifade (ör., görmek), 2) refleksif ifade (ör., kendini görmek) ve 3) pasif ifade (ör., görülmek). İlk ikisi otoerotik ve nesnesizken üçüncüsüyle döngü tamamlanır ve yeni bir özne ortaya çıkar.
Tekrar etmek gerekirse Lacan’a göre dürtü(ler) birleşik, bütünleşik, tek bir amacın peşinde olmaktan ziyade, tabiri caizse nesnesinin etrafında dönüp duran makinelerdir. Ve Lacan’a göre oral ve analin yanında scopic (görmeyle ilgili) ve invocatory (duymayla ilgili) dürtüler vardır. Görüldüğü üzere Lacan’da diğerlerini egemenliği altına alan ve psiko-seksüel bir gelişim hattının sonunda yer alan genital bir dürtü yoktur; ama Freud gibi Lacan’da da bu dürtülere denk düşen nesneler vardır, Lacan’ın farkı oral ve anal nesnelere ses ve bakışı eklemiş olmasıdır. Başka bir deyişle, Lacan için, ses ve bakış birer kısmi nesnedirler, dürtünün nedeni ve nesnesi olurlar.
Dürtü, açlık, susuzluk, ısınma gibi bedensel ihtiyaçlarımızın bize bakım veren öteki insanlarla etkileşim içinde giderilmesinden kaynaklı olarak bu bedensel ihtiyaçların belirli bir “biyolojik-olmayan” içinde dönüşmesi olarak anlaşılabilir: dürtü kesin olarak bedenden başlar, örneğin acıkan bir bebek ağlar ama bu açlığı ele alan (genellikle) annesidir ve anne bebeğin ağlamasını “açlık” olarak yorumlar, ama aynı zamanda her ağlamanın açlıkla ilgili olmadığı yorumunu yapması beklenebilir. Eğer böyle yapmazsa neredeyse bütün ihtiyaçları oral bir kayıt içinde yorumlayacaktır. Dedik ki, dürtü bedenden başlar, ama burada kalsaydı içgüdüden hiçbir farkı olmazdı, dürtü bedensel ihtiyaç olmaktan aralanır, ondan uzaklaşır: örneğin cinsellik eğer sadece bir içgüdü olsaydı, insanlar sadece üremek istediklerinde ilişkiye girerler, diğer zamanlar bunu yapmazlardı. Görüldüğü üzere dürtü kavramı, beden ve psişe arasındaki ilişkileri belirtmenin ötesinde diğer insanlarla ve yapılarla (dille, yasayla, iktidarla, okulla, aileyle vb.) ilişkimizi de kapsayan oldukça geniş bir kavramdır. Yeri gelmişken diğer insanların önemini belirtmenin başka bir yolu insan yavrusunun dünyaya erken gelmesinin onda yarattığı bağımlılığa değinmektir; Freud bunu Hilflosigkeit olarak adlandırmıştır. İnsan yavrusu beyni, iç organları, zekası, duyuları vb. diğer hayvanlara göre çok daha az gelişmiş olarak dünyaya gelir, kendisinin bağımsız olarak hareket edebilmesi oldukça uzun bir zaman alır. İşte bu Hilflosigkeit nedeniyle dış dünya, kurallar, ya da Lacancı tabiriyle Simgesel Ötekiler biyoloji üzerinde bir üstünlük kazanır. Deyim yerindeyse bu sayede “kültür” “doğa”ya (nurture & nature) üstün hale gelir.
Johnston’ın yazısında geçen bir başka Lacancı kavram ise öteki/Öteki’dir. Lacancı psikanalizde iki tür ötekilik vardır: biri küçük harfle yazılan “öteki,” diğeri ise büyük harfle başlayan “Öteki.” Küçük öteki bizim gibi olanları, bize benzeyenleri, ayna görüntümüzü aksettirenleri temsil eder, yani imgeseldir. Büyük Öteki ise bize benzemeyeni, bize dışsal olanı, yasayı ve yasağı temsil eder, bir anlamda bu Öteki dil artı yasadır denilebilir. Bu büyük Öteki’de bir bütünlükten yoksundur, o da eksiktir. Bu yüzden yazılırken üzeri çizili olarak yazılır. Lacan’daki üzerini çizme mefhumu hemen her zaman bir bölünmeyi (örneğin, bilinç ve bilinçdışı arasında bölünmeyi) ifade eder, özne bilinç ve bilinçdışı arasında bölünmüştür; bu nedenle Fransızca (özne anlamına gelen) Sujet’nin baş harfi olan S’nin üzeri çizili yazılır, öteki anlamına gelen Autre’un A’sının da (ya da İngilizce “Other”) üzeri çizilidir. Lacancı psikanalizde özne (sujet), benlikten, egodan ya da “self”den farklı bir şeyi ifade eder. Lacancı özne bilinçdışının öznesidir, bilinçdışında yer alır.
Çeviride gönderme yapılan bir diğer Lacancı kavram “ayna evresi”dir. Bu kavram Lacan’ın psikanalize ilk önemli katkılarından birisi sayılabilir. Henüz 1936 yılında, meslek yaşamının başında, bu makaleyi Marienbad’daki psikanaliz kongresinde sunmuştur. Onun açısından IPA ile fırtınalı bir ilişkinin başlangıcını teşkil eden bu makalenin tam adı Psikanalitik Deneyimde Ortaya Çıktığı Haliyle Ben İşlevinin Kurucusu Olarak Ayna Evresi’dir. Bu görece kısa yazı daha çok “Ayna Evresi” adıyla bilinmektedir ve Anglo-Sakson dünyasında Lacan’ın özellikle sinema kuramı, feminizm ve benzeri alanlarda tanınmasını sağlayan başlıca yazıdır. Ayna evresi kuramı birbiriyle bağlantılı çeşitli yaklaşımları bir araya getirmektedir: bunlar arasında fenomenoloji, deneysel psikoloji, hayvan davranış bilimi ve Hegelci felsefe sayılabilir. Aslına bakılırsa ayna evresi kavramı temel olarak içgüdülere sahip bir hayvan türü olan insanın nasıl olup da kimliği olan bir özneye dönüştüğünü araştırmaktadır. Bu yüzden ayna evresi bu geçişi, yani hayvandan insana geçişi, bilinçten bilinçdışına geçişi kavramsallaştırma çabası olarak görülebilir. Ayna evresi kimliğin temelidir, ama bunun sonucunda temeli atılan özne aynı zamanda yanlış bir tanımaya, kendisinin ayna görüntüsünü tanımaya zorlanmıştır, buna mecburdur. Bu evre için, Lacan ilk ve son kez, bir dönemselleştirme yapar, bu evreyi hayatın ilk 6-18 ayı arasına yerleştirir. Bu dönem Freud’un “primer narsisizm” dediği döneme denk düşmektedir. Ayna evresinde sözü geçen “ayna” herhangi bir yansıtıcı yüzeydir, gerçek bir ayna olmak zorunda değildir, örneğin annenin bakışı çocuk için kendini gördüğü, kendisinin kendisine geri yansıdığı yansıtıcı bir yüzeydir. Dolayısıyla bu evre bakış ve görüntüyle çok yakından ilişkilidir. Ayna evresinden geçtiğimiz için kendimizi kendimiz olarak ve diğer insanlarıda bizim türümüzün bir üyesi olarak tanıyabiliriz. Bu evrede çocuk kendi görüntüsüyle büyülenir ve ileride bu ayna görüntüsünün sahip olduğu kendi kendine hakimliği edinebileceği vaadiyle iç içedir. Bebek bu sırada bizatihi kendisi olarak aynadaki görüntünün tamlığından, güçlülüğünden uzak bir deneyim içindedir, kolunu, bacağını tam kontrol edememektedir, bilişsel yetileri gelişmemiştir vb. Yani bu noktada çocuksu ve insana özgü Hilflosigkeit’ın içindedir. Ayna evresi bu imgesel-çaresiz ama vaadle dolu dönemden simgesele –yani dile, yasaya, arzuya, dönüşme potansiyeline- doğru bir geçişi de ifade eder.
Bir Cevap Yazın