SUNUŞ
Bruce Fink’in Lacan’da Aşk kitabına sunuş
Özgür Öğütcen
Bruce Fink’in okumaya başladığınız bu kitabı, sadece Türkçede değil, muhtemelen tüm dillerde aşk hakkındaki en kapsamlı psikanalitik incelemelerden biridir. Kitabın en kapsamlı incelemelerden biri sayılması, büyüklüğüyle boy ölçüşebilecek başka yapıtların olmamasına değil, psikanalitik açıklamanın, tabii ki Lacancı olanının, böylesine güncel bir konuya neresinden daldığını çok iyi gözler önüne sermesine dayanıyor.
Psikanaliz en başından beri, yani Freud onu yeni inşa etmeye başladığı zamanlardan bu yana aşk konusuyla yakından ilgilendi. Aşk ya da sevgi Freud açısından aslidir çünkü aşk ya da sevgi yeni dünyaya gelen bebeğin dünyayla, kendisiyle ve diğer insanlarla bağlantı kurmasının en temel yollarından biridir. Bebeğin dünyaya geldiği andan itibaren yakınlığa, beslenmeye, sıcak tutulmaya gereksinimi vardır. Bunlar onun ihtiyaçlarıdır. Biyolojik bir varlık olması hasebiyle insan yavrusu bu ihtiyaçları karşılanmadan varlığını sürdüremez. Bunlar onun için yaşamsal önemdedir. İşte Freud, en başta ihtiyaçlar düzeyinde bu konuyu ele alır. Freud için aşkın bir tanımı, insanın hayata ilk başladığında kendisinin bakımını sağlayanlara duyduğu bu yoğun ihtiyacın karşılanmasıyla bağlantılıdır. Bu tanımdan yola çıkarak, gelecekte kendisine tıpkı böyle veya benzer şekilde bakacak kişilere aşkla yönelmesi beklenir. Bu aşk tanımı büyük ölçüde biyolojik bir varlık olmamıza dayanır. Öte yandan, hepimiz kendi deneyimimizden biliyoruz ki sevdiğimiz, âşık olduğumuz kişileri sadece bakımımızı sağlamaları üzerinden seçmeyiz. Bundan daha fazlasını bekleriz!
İşte bu noktada Bruce Fink’in referans aldığı bir diğer isme, Fransız psikanalist ve psikiyatrist Jacques Lacan’ın teorilerine başvurmak gerek. Lacan pek çok kişiye göre Freud’dan sonra gelen en önemli psikanalisttir; onun teorisi aşk konusunu, bütün karmaşıklığı bir yana, anlamamızda bize rehberlik edebilir. Lacan dünyaya geldiğinde çocuğun biyolojik ihtiyaçları olduğunu yadsımıyordu ama insan yavrusunun diğer hayvan yavrularından farklı olarak dilin içine doğduğunu ortaya koymuştu. Çocuk daha doğmadan hakkında konuşulmaya başlanıyor, doğduğunda ve sonrasındaysa onun hakkında, ona yönelik, o bilmeden ya da doğrudan olsa da imalı biçimde onunla konuşulmaya devam ediliyordu. Kısacası insan yavrusunun insana ait dille çok ayrıcalıklı bir ilişkisi vardır. Tıpkı aşkın dille kurduğu imtiyazlı, özel ve kendine özgü tekil ilişki gibi. Aşkta da dil ve sözler önemlidir, sadece âşık olmayız âşık olma hakkında, ilişkiler hakkında, kadınlar ve erkekler hakkında, kadın olma ve erkek olma hali üzerine konuşuruz; etrafımızda bu konu üzerine konuşulanları bazen edilgen biçimde duyar, bazense etkin biçimde biz konuşuruz; aşkın gizemlerini, bir cinsiyete ait olmanın kapsamını anlamaya, anlamlandırmaya çalışırız. Bu biz istemesek de olur. Bazen bir toplu taşıma aracında aşk hakkında bir şarkı duyarız, bazen metroda yanımızdakilerin sevdikleri hakkındaki konuşmalarına kulak misafiri oluruz, başka bir zaman radyoda aşkla ilgili bir sohbeti dinleriz. Dille sadece aktif şekilde, sözleri kullanarak ilişki kurmayız, aynı zamanda onun pasif alıcılarıyızdır. Bazen çarpar, etkiler, sarsar; bazense sadece sözdür. Ama dünyada hiç kimse yoktur ki bu konularda –dili kullanarak– söylenenleri, yazılanları, konuşulanları işitmesin, onlara maruz kalmasın. Lacan en basit anlamda, insani dünyanın kurulmasında dilin önemine dikkat çeken en önemli kişilerdendir. Dille, konuşmayla, sözle yapılabilecekleri ve dilin sınırlarını tayin etmekte oldukça ileri gitmiş bir teorisi ve klinik pratiği vardır. Bu geleneğe bağlı olarak ileri düzeyde eğitim almış bir psikanalist olan Bruce Fink, kitabı okudukça göreceğiniz üzere, bu klinik-teorik pratiğin inceliklerini özenle aktarıyor. Fink’in hedefi, Lacan’ın yazdıklarını, yirmi küsur yıl süren sözlü seminerlerini yalıtıp içinden bir aşk teorisi çıkarmak olmasa da Lacan’ın bu konudaki belli başlı görüşlerini bu kitapta bulmak mümkün. Sonrası içinse herkes kendi okumasını yapabilir.
İster psikiyatrist ister psikolog ya da ister klinik alandaki diğer mesleklerle uğraşanlar olsun, ister sadece Lacancı psikanalizi merak eden okurlar olsun bu kitabı okuyanların devamında nasıl ilerleyecekleri kendilerine kalmış ancak benim de bir temennim yok değil: Umarım bu kitaptan sonra psikanaliz üzerine okumaya devam ederler, umarım bu kitap onlara bu yolda bir başlangıç olur. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanının başında dendiği gibi, “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Orhan Pamuk’un kahramanının yaşadığı kadar iddialı, güçlü ve hoş bir değişimi bir kitaptan beklemenin ne kadar hakkaniyetli olacağını bilemesek de Lacan’ın sözün gücüne duyduğu inancı kendimize rehber edinerek kitapların insanları değiştirebileceğini umabilir, bunu ummakla yetinebiliriz.
Bir tür “Lost in Love” hissi yaşatmadan yolunu bulabilen bir metinle karşı karşıya kalınca insan ister istemez kitapta ele alınan pek çok klişe ya da klişevari yaklaşımın ve fikrin bu kadar güncel olmasına şaşmadan edemiyor. Aşk üzerine yazılmış şeylerin meşhur Aristophanes mitinden çok da uzaklaşmadığını görmek, bu kitapta ele alınan aşk kavrayışının kapsamıyla karşıt konumlarda yer alıyor. Hayır, Fink’in kitabı bir katalog değil, aşka dair ne varsa tümünü yan yana dizip güzel ve bakılası bir koleksiyonu gözler önüne sermiyor. Fink’in kitabı aşkın içindeki imkânsızlıklarla, boşluklarla yüzleşmemizin önemine vurgu yapıyor. Bu metnin gücü, onun ele aldığı konuları ve konumları titizlikle ortaya koyarken Lacancı praksisin o bitmek tükenmek bilmez dinamizmini açığa vurmasında, onu örneklendirmesinde ve ona bu dünya içinde klinik bir maddilik vermesinde yatıyor. Saydığım bu özellikleri, kitabın kolayca okunabileceği düşüncesine yol açmasın. Okunması zor bir metin olduğu için değil; hele ki ilk bölümler konuya dair önbilgi dahi gerektirmiyor ancak zorluğu soru sorma tarzında yatıyor. Soru sorma tarzı nedeniyle belki de bu kitabı birkaç kez okumak anlamlı olacaktır.
Ne Lacan’a ne de Freud’a göre aşk bizi tamamlayan, diğer yarımızı bulduğumuzda kusursuz bir bütünlüğe eriştiğimiz ideal bir durumdur. Bu tür bir aşk tanımı yok değil, örneğin Aristophanes’in mitinde mevcut. Lacan ve Freud için aşk tam da Bir olamayacağımızın, böylesi bir “olgunluğa”, tamlığa erişemeyeceğimizin bir kanıtı gibi duruyor. Zaten böyle olsaydı aşkın dertleri diye bir şey olmazdı. Oysa aşk, her zaman yüce bir duygu olmak şöyle dursun çoğu zaman baş ağrıtabilir. En başında sevdiğimizin bize karşılık verip vermeyeceğinden emin olamamakla başlar bu tasalar, sonra onun davranışlarını, sözlerini, bunların anlamını okumaya çalışırken devam eder ve en nihayetinde şu ya da bu nedenle ayrılma ihtimali daima vardır. Ölene kadar seni seveceğim dense de çoğu zaman pratikte işler böyle yürümez. O zaman önemli olan âşık olunan kişi midir yoksa aşk denen mucizenin kendisi midir diye de sormak gerekir. Her ne kadar âşık olduğumuz kişi bizim için tek, biricik, yeri doldurulamaz olsa da, hatta aşkın bu biricik olma hali olduğu bile söylense de diğer ihtimali de gözden kaçırmamalıyız. Lacan, “Aşk sende olmayanı vermektir,” dediğinde, ne demek istemişti diye üzerinde düşünmeye değer doğrusu. Bir kısmını burada saydığım pek çok husustan ötürü Fink’in kitabının da okurları aşk üzerine düşündüreceğini umut ediyorum.
Yazıyı bitirmeden Türkçe ve aşk konusunda bir iki şey eklemek istiyorum.
İngilizcesi “fall in love” olan fiili Türkçeye “âşık olmak” diye çevirmek usulden olsa da bunu “aşka düşmek” diye çevirmek fena mı olurdu? Burada “düşmek” bilhassa vurgulanıyor. Bilmediğin bir durumun içine girivermek, kontrolü kaybetmek, düşkünleşmek, tökezlemek, planın bozulması, aşağı bir seviyeye inmek gibi şeyleri çağrıştırıyor aslında “düşmek”. “Olmak” fiilinde bunlar ne kadar var emin değilim. Öte yandan “düşmek” her türden aşk için geçerli mi ondan da emin değilim. Aşk her zaman içine düşülen, yıldırım gibi geliveren ve çarpan bir şey olmak zorunda mı? Bu Stendhalvari aşk biçimi aşkın olsa olsa bir türünü betimliyor. Aşkın içinde düşme kalkma çokça var. Düşeni yerden kaldırdığında âşık kişi sevdiğinin aşkının alevine dokunmuş oluyor, bu aşkta karşılıklılığın ne kadar elzem olduğunu bize gösteriyor. Düşen düştüğü yerden kalkıyor, düştüğüyle kalmıyor her zaman ve ona düşkünleşiyor. Düşkün olmak her zaman bağımlı olmak anlamına gelmiyor; yüce bir varlığa düşkün olmak da var, aşktan yükseklere çıkmak da. Sadece bana benzediği, geçmişte olduğumu düşündüğüm şeye benzediği için onu sevmek de var, ileride olmak istediğim kişiye benzediğini düşündüğüm için onu sevmek de. Yahut başka birisi onu sevdiği için benim de onu sevmem söz konusu olabilir ki bu tür “aşk üçgenleri” kitapta da ayrıntılı biçimde anlatılıyor. En nihayetinde, niye o kişiye âşık olduğumuzu bilemediğimiz, açıklanması, anlamlandırılması zor bir aşk biçimi de var, bu da Lacan’ın “gerçek” kavramıyla yakından ilgili. Aslında Fink’in bu kitabını meşhur Lacancı üçlü, İmgesel-Simgesel-Gerçek açısından aşk ilişkilerinin doğasının ele alınması olarak da görebiliriz. Fink bu bağlamda bu üç düzenin ayrımını ve kesişimini kusursuz biçimde ortaya koyduğu için benim daha fazla bir şey söylememe gerek yok.
Türkçeyle ilgili birkaç ekleme daha yapıp bitirelim. Türkçede birine “seni seviyorum” ya da “seni istiyorum, seni arzuluyorum” deme olanağımız varken, “seni âşığım” diyemiyoruz. Dilbilimsel bir zorunluluk olarak “sana âşığım” dememiz gerekiyor. Sanki âşık olmak bir kişiden çıkıp doğrudan diğer kişiye gidemiyor gibi. Etkin biçimde âşık bir kişi âşık olduğu kişiyi edilgen bir konum içinde, âşık olunma konumu içinde yakalayamıyor. Ya da daha doğru ifadeyle Türkçede bu sevme-sevilme ve âşık olma-âşık olunma konumları farklı yerlere gönderme yapıyor. Aşk kelimesi aşkın bir hususiyetine, Lacan’ın belirttiği üzere aşk ateşinin her iki tarafı da yakmasına gönderme yapıyor; içinde yaşadığımız, konuştuğumuz dil açısından iyi bir denk düşme bu.
Son olarak, Türkçede bu kitabın başlığındaki “love” kelimesi için –çevirisinde de görebileceğiniz gibi– iki karşılık mevcut: sevgi ve aşk. İkisinin farklarını, benzerliklerini, çatışmalarını ve uzlaşmalarını aşkı deneyimlemiş okurlara bırakıyorum.
- Bruce Fink’in Lacan’da Aşk adlı kitabı Kolektif Yayınları tarafından 2019 yılında yayımlanmıştır.
Bir Cevap Yazın