Beyin ve Özne Arasındaki Dürtü: Lacancı Nöropsikanalizin İçkin Bir Eleştirisi*

Adrian Johnston

Çeviri: Özgür Öğütcen

Jacques Lacan’ın çalışmaları bir dereceye kadar tavizsiz bir anti-natüralist itibarı hak etmesine karşın, onun öğretisi en ince ayrıntısına kadar dikkatle okunduğunda, psikanaliz ve biyoloji arasındaki olası her karşılaşmaya kategorik olarak düşmanca olarak tanımlanabilecek bir şekilde yaklaşmadığı görülür. Geçtiğimiz yıllarda, ben de dahil pek çok yazar Lacan’ın külliyatını natüralizm, materyalizm, realizm ve bugünkü bilimler açısından bir analiz pozisyonunun meseleleri temelinde yeniden yorumlayarak onun çıkarımlarını keşfetmeye başladık. Bu noktada, temel olarak nöro-psikanalizin (Anglo-Amerikan biçimlerinden farklı olarak) Lacancı bir türünü şekillendiren, analist François Ansermet ve nörobilimci Pierre Magistretti’nin çabalarına odaklanıyorum. Ansermet ve Magistretti’nin birbiriyle bağlantılı dürtü (Trieb) ve otonom öznellik teorileriyle iştigal ederek, onların projesinin içkin bir eleştirisini geliştiriyorum. Bu nöro-psikanalitik ikilinin önemli içgörü ve katkılarına sahip çıkmak için ve onları muhafaza etmek amacını güden bir biçimde davranarak, Ansermet, Magistretti ve benim, hepimizin ortak olarak peşinde olduğumuz şeyin gerekli ve aynı zamanda yeterli koşullarının tümünü daha berrak bir hale getirmeyi hedefliyorum: bu, beden bulmuş libidinal ekonomilerden denatüralize öznelerin doğuşunun bir açıklamasıdır, bu açıklamanın kendisi psikanaliz, nörobiyoloji ve felsefeden elde edilen kaynakları sentezleyen indirgemeci olmayan, yarı-natüralist bir materyalizmin çerçevesi içinde yer almaktadır.

  1. Organiğin Kendisinde Kendisinden Fazla Olan Organik – Kendini-Alaşağı Eden* Merkezi Sinir Sistemi

Joseph LeDoux, 2002 yılında yayınlanan Synaptic Self: How Our Brains Become Who We Are kitabında kişisel kimlik ve öznelliğe ilişkin fikirler için nörobiyolojinin çıkarımlarını gözden geçirerek, şuna dikkat çeker, “farklı beyin sistemleri . . . eşzamanlı/senkronize olabilirler ama her zaman değil.”[1] Bu her ne kadar ilk bakışta sıradan bir gözlem gibi görünse de, insan beyni hakkındaki düşünüşte derin bir paradigma kaymasına işaret etmektedir. Herkesin kabul edeceği üzere, beyin tanımı gereği bir organizmanın organıdır. Biyolojik söylemde organlar ve organizmalarla ilgili konuşmaya bir dizi imge ve kavram otomatik olarak eşlik etmektedir, (“organizma” ve “organizasyon” kelimeleri arasındaki etimolojik bağın bunu güçlendirmesiyle birlikte) organikçilik uyum, birlik ve bütünlük motiflerine ayrıcalık tanımaktadır. Buna karşılık LeDoux’nun yorumu, insan varlıklarının çok-yönlü çapraşıklığı ve içsel farklılaşmasında zirveye ulaşan merkezi sinir sistemi tasarımının münhasıran organikçi hatlar boyunca ciddi çarpıtmalara ve hatalara yol açma riskini taşıdığını öne sürmektedir. Daha doğrusu, bir organizmanın organı olarak beynin koordine senkronizasyonuna dikkat çekmek, bu öznenin maddi yerleşkesinin, dezorganize ve kendisiyle desenkronize, intra-nörolojik çatışmalar, uyuşmazlıklar, uyumsuzluklar ve benzerleriyle içine nüfuz edilmiş  olarak non-organik olduğunun bulanıklaşması tehlikesini arttırır.[2]

Bir süreliğine daha geniş ve temel bir perspektife doğru geri çekilecek olursak, insanlar gibi kuvvetle ve öngörülemez biçimde tuhaf olan canlılara karşı gerçekten adil olabilmek için, yaşam bilimlerinin kendi spontan organikçiliklerini çerçeveleyen dünya görüşüne organiğin (Lacancı tarzda ifade edecek olursak) kendisinde kendisinden fazla olan organik bir şey kavramının mutlak surette ilave edilmesi gerektiğine kanaat getiriyorum. Başka bir deyişle, bir non-organisite organiğin en karmaşık biçimlerinde içkindir. Bu gerçekliğe istinaden, belirli eşiklerin üzerinde, çeşitli türlerden karmaşıklıkları (biyolojik, bilgisayımsal, kurumsal, toplumsal, ya da her neyse) kendi verili alanlarındaki içsel antagonizmalara, hatalara, küçük teknik sorunlara, yasal boşluklara, kısa devrelere ve gerilimlere genellemeye eğilim vardır (bu herhangi bir deneyimli bilgisayar programcısı, vergi hakimi ya da devlet bürokratının seve seve tanıklık edebileceği bir olgudur).[3] Karmaşıklığın bu sınırlarının ötesinde, daha azı vardır (örneğin, daha fazla karmaşıklık daha az işlevselliğe eşittir).[4] Psikanaliz ve bazı nörobilimsel düşünürler şunu telkin etmişlerdir: Olağanüstü incelikli bir yapısı olan bir merkezi sinir sistemine sahip insan organizması organik düzeyde kendi varsaydığımız işleyişiyle çelişen tepkiler verecek şekilde donatılmıştır; bu varsayılan işleyişle çelişen tepkiler ise bu varlığın, kendi içinde pürüzsüz biçimde tutarlı bir bütünün hükmedici ana planına uyumlu olarak birbirleriyle barış içinde işbirliği yapmakta olan kısımlarının kendi kendilerini entegre eden bütünlüğü anlamına gelen sadece bir organizma olarak verili statüsünü alaşağı etmektedir. Ancak, bu karmaşıklık-uyaran non-organik kategorisi basitçe inorganiğin eşdeğeri değildir (örneğin, cansız varlıkların fiziği ve kimyasıyla aynı şey değildir). Hegelci bir tarzda ifade edilecek olursa, organiğin inorganik olanın Aufhebung tarzı bir “yadsıması/olumsuzlaması” olduğunu varsayarak, beni ilgilendiren non-organik, bu yadsımanın yükseltici bir yadsıması (olumsuzlamanın olumsuzlanması), yani karmaşık organizmanın kendisinin, düzeyler ve tabakalar bolluğundan oluşan bir yaşayan organizma olarak organik parça-bütün organizasyonunu kendi kendine yıkmasıdır. Anlaşılabilirlik adına, bundan sonra inorganikten farklı olan bu non-organikliğe “anorganik” diyeceğim. Bu noktada, inorganikten farklı olan anorganik, Tüm(ü)-değil/Bir-değil yaşayan sistemlerin kendi içlerinde katalize edilen organik yapı ve dinamiklerin çökmelerini tanımlamaktadır.

LeDoux, merkezi sinir sisteminin organik organizasyonuna ek olarak anorganik dezorganizasyonuna dikkat çekmenin önemini vurgulamakta yalnız değildir. Bilişsel bilimci Keith Stanovich, 2004 yılında yayınlanan The Robot’s Rebellion: Finding Meaning in the Age of Darwin adlı kitabında, benzer şekilde insan beyninin pek çok bireysel bileşeninin ve alt-bileşeninin arasındaki kusursuz bir entegrasyonun yokluğuna vurgu yaparak, evrimsel psikolojinin kaba biçimde indirgemeci olan versiyonlarının içkin bir eleştirisini geliştirir. Stanovich’in kestirimlerinde, evrimden kaynaklanan herhangi bir sofistike yaşayan sistem [evrim için şunlar söylenebilir; bu tarihselleştirilmiş doğa, teleolojik olmayan bir süreçtir ve bu süreç bir yandan vahşi olumsallıklar[5] tarafından harekete geçirilirken, öte yandan ise “hayatta kalmak için yeterince iyi koşulları sağlamalı ki üremek için yeterince uzun yaşayabilsin” gibi oldukça minimal bir standardın dışında herhangi bir şeyi talep etmeden işler] dolambaçlarla ve çatışmalarla dolu olmaya mahkumdur (aynı şekilde, Stanovich, “bazen bir kişinin bir beyne sahip olması, bir anlamda, onunla savaşta olmasıdır”[6] diye iddia ederek daha da ileri gider). Tam tekmil bir tasarım rehberliği mevcut olmadığına göre, genetik materyali geçirmenin göreli olarak alçak çıtasını aşma yönündeki evrimsel kriter, optimal olarak işlevsel olacak karmaşık organizmalar türetmek için pek de bir reçete olamaz. Kendi organları içinde ve bunların arasında, [ki bu beden parçaları (ve alt parçaları), tabakalaşmış, birleşik olmayan evrimsel tarihin bambaşka dönemlerinin ve etkilerinin ürünleridir] tam olmaktan uzak orkestrasyonun harekete geçirdiği bir dizi disfonksiyon tarafından engellense de, bir organizma sonunda çiftleşebilecek şekilde, tökezleyerek de olsa yolunu bulabiliyorsa, sadece bu evrim için yeterlidir.[7] Sırası gelmişken, bir Alman atasözü bu cinsellikte hata yapma şeklindeki temel gereksinimi özlü bir şekilde aktarmaktadır: Dumm kann ficken.

Francisco Varela ve onunla birlikte çalışanlar, Stanovich ve benimle aynı çizgide evrimsel-kuramsal tezler ortaya koydular.[8] Ve, Varela ve Stanovich’in ayak izlerini takip edenler arasında yer alan nörobilimci David Linden ve psikolog Gary Marcus sırasıyla 2007 ve 2008’te yayınlanan kitaplarında, her ikisi de, insan beynini bir [geçici ve kötü] “yama” (“kludge”) olarak tarif ediyorlar, yani, ilgisiz malzemeleri kullanılabilir hale getiren, benzeşmeyen her ne varsa baskı altında aceleyle yapıp bitirip, bir araya getiren karman-çorman ve standartların altında çalışan bir aparat. Onların her biri insanlığın birtakım ayırt edici özelliklerinin bu “yamalılığın” şaşırtıcı meyveleri olduğunu iddia ediyorlar.[9]

Buraya kadar söylenenler her ne kadar Lacancılığa tamamen yabancı görünse de Lacan’ın kendisi muhtemelen bu türdeki bilimsel-esinli spekülasyonlara çok da burun kıvırmayabilirdi –bu baskın anti-natüralist husumet genel olarak Lacan’ın ölümünden sonra yapılan araştırmalardan ziyade, her şeyin biyolojik olduğunu öne süren araştırmalara yöneliktir.[10] Hatta, belli belirsiz biçimde Lacan tarafından başvurulan yegane doğal olgu olan, Freud’un halihazırda altını çizmiş olduğu, küçük çocuğun olgunluk-öncesi çaresizliği fikri sürdürülse bile, bu tek bir olgu tesadüfi bir ilk bakışta göründüğünden daha fazla husus ihtiva etmektedir. Lacan, en başta, Freud tarafından spesifik olarak vurgulanan Hilflosigkeit’ı,[11] “parçalı-beden”* (corps morcelé)[12] ile bağlantılandırır. Belirli bir standart ama yanlış yoruma göre, Lacancı corps morcelé büyük Öteki’nin gösterenlerinin dışsal müdahalesi aracılığıyla tam olarak parçalara ayrılmıştır; yani, bu kusurlu text-book okumasına göre, endojen bedenin parçaları ve bölümleri bir eksojen sosyo-simgesel düzen vasıtasıyla yapılan izler ve kesikler aracılığıyla beden-dışının dışarısından üreyen bir etkiyle parça parça edilir.[13]

Ancak, yaygın olarak kabul gören Lacan’ın bu corps morcelé yorumu, onun, parçalanmanın bir sıfır-noktası gerçekliği meselesi[14] olduğu yönündeki tekrarlayan ısrarını, bedensel Gerçek an sich’in bağımsız ve/veya İmgesel-Simgesel aracılıktan önce gelen olumsal-ama-apriori bir özellik olduğunu görmezden gelmektedir. Lacan, defalarca kez aynı daimi tematik hat içinde “organik bozulma ve düzensizlik,”[15] “intra-organik . . . uyumsuzluk,”[16] “orijinal organik bir kaos,”[17] “insanı kuran yaşamsal bir çatlama,”[18] “organizmanın sahte-bütünlüğü,”[19] “doğal ilişkilerinde insanın gerçek varlığınca temsil edilen doğumsal bir boşluk,”[20] “organizmanın herhangi bir türden ‘bütünlüğü’nün fantazisi kurulan gerçekliği”[21] ve “organik Gestalt’taki boşluklar”dan[22] bahsetmiştir. Ayna evresi üzerine 1949 tarihli ünlü écrit metninin tam da kendisinin harflerinin siyahı ve beyazında [harflerin siyahı ve metnin dışının beyazı], insan “organizmasının en derininde belirli bir açılmayı, iptidai bir düzensizliğin”[23] ifadesini görürürüz.

Geç dönem Lacan’ın ifade ettiği şekilde, üzeri çizili (ve çizen) büyük Öteki’den fazla üzeri çizilmiş bir bedensel-Gerçek (corpo-Real)* vardır. Üstelik, bu tez yapısal-Simgesel (yani, gösteren-kaynaklı) ve bu yüzden görünüşte üstbelirlenmiş Borromean bedenin fenomenal-İmgesel parçalanması (yani, çaresiz bebeğin kendi “motor iktidarsızlığı ve bakım için bağımlılığının”[24] anksiyeteli, rahatsız edici deneyimi) üzerine yapılan vurgularla mükemmelen bağdaşmaktadır, parça parça edilmiş (denatüralize) doğaya sahip bir corps (beden), Gerçek, Simgesel ve İmgesel düzenlerin kesişiminde (yanlış)biçimlenir. İmgesel-Simgesel gerçeklikler vasıtasıyla çocuğun bedeninin aracılığına gelince, Freud ve Lacan tarafından ön plana çıkarılan çocuksu çaresizlik, özne-adayı-olan (subject-to-be) çocuğu toplumsal-dilsel ilişkiler ve ötekilerle özdeşleşme üzerine iki dolaşık yöne meylettirir. Ama, Lacancı parçalı-bedenin anorganik bedensel-Gerçeği, spesifik olarak bağımsız ve gelişmekte olan ego ve öznellik (yani, anatomik ve fizyolojik gerçekliğin dayanaksız temeli olarak) ikili konfigürasyonun böylesi herhangi bir fenomenal ve/veya yapısal aracılığının bio-materyal koşuludur. Eğer insan organizması, sözde-laik natüralistik bir tanrıbilimin programlarına ve tasarılarına uygun olarak işleyen organik bir düzen makinesindeki bir dişli olarak ve dünyaya önceden tasarlanmış bir harmoninin evrimsel-genetik bir ürünü şeklinde katılacak olsaydı, bu durumda doğaldan-fazlası olmak sıfatıyla varlığı herhangi bir [Gerçek] yabancının (alien) ve [Simgesel] yabancının (foreign) müdahalesine açık olmazdı, buna kapalı olurdu. Buna ek olarak, bu tür bir insan organizması, en azından, bütün böylesi kuşatıcı bağlamları (yani, İmgesel-Simgesel gerçeklikleri) herhangi bir doğal olmayan ötekileri veya Ötekileri (indirgemeci veya tasfiyeci bir Weltanschauung’un parçası olarak) sızışına izin vermeyen bir maddi büyük Öteki olarak Doğa’nın epifenomenleri durumuna getirirdi. Lacan açıkça hem kendisiyle hem de çevresiyle bir olan, keyifle dolu doğal bir dengenin aptalca zevkine hapsolmuş, senkronize bir içgüdüsel monadın orijinal varlığının inkar edilmesi [gerektiğini] öne sürer, bu makul ve indirgemeci/eliminativist olmayan bir yol içinde ontogenetik özne formasyonunu hesaba katan uygun bir psikanalitik metapsikoloji için mutlak olarak gerekli bir aksiyomdur.[25]

(Başka yerlere ilaveten[26]) “Ayna Evresi” metninde de neredeyse asla farkına varılmayan bir ayrıntı bulunmaktadır: nörobiyolojiye olumlu bir aşikar başvuru.[27] Orada, Lacan, “merkezi sinir sistemi”nin “serebral korteksi”ni “nöroşirurjik ameliyatların sayesinde intra-organik bir ayna olarak görmemize yol açacağı”[28] bir şey olarak tanımlamaktadır. Kendisinden önce gelen Freud’a benzer biçimde, o da öngörüyle beyin çalışmaları aracılığıyla psikanalitik teorinin ana bileşenlerine gelecek deneysel katkıların konuksever biçimde karşılanacağı beklentisindedir. Nitekim, ayna nöronları ve nöroplastisiteye ilişkin yakın zamanlı keşifler özdeşleşme, geçişlilik (transitivism)* ve psikopatolojik semptomların belirli türleri üzerine olan Lacancı yorumsal şerhlere eklenmekte ve bunları pekiştiriyor gözükmektedir.[29] Lacan’ın öğretisinin bu özelliklerinin neredeyse tamamen inkâr edilmiş olmasının tarihsel ve felsefi nedenleri benim burada ele alamayacağım denli karmaşıktır.[30]

Daha önce pek çok vesileyle değinildiği üzere, Lacan parçalı-bedeni ve beyni aynı bağlam içinde yan yana irdelemektedir. Tek başına bu bile beni analitik metapsikolojiyle ilgili temel biyolojik bir olgu olarak bir cerveau morcelé (parçalı beyin) ortaya koyma yönünde harekete geçiriyor.[31] Lacan’ın “organik” varlık olarak parçalı-beden üzerine olan tekrarlayıcı ısrarı, özellikle fiziksel ve zihinsel gelişimin başından itibaren insani duruma içkin olan biyolojik gerçek(lik) açısından, beni bu hattı geliştirmekte cesaretlendiriyor. Başta da belirttiğim gibi, güncel nörobilimsel düşüncenin seçkin yörüngelerinde bilim-içi mülahazalar temelinde böyle bir kavram önerilmeye başlıyor. Ayrıca, Jean-Pierre Changeux gibi nörobilimciler, yenidoğanın bedeninin geri kalanına benzer şekilde, insan beyninin kendisinin de özel olarak prematür olduğu şeklinde açıklama yapıyorlar, genetik olarak dayatılan bu prematürite [fikri] yerini epigenetik değişkenler aracılığıyla önemli oranda şekillenen ve yeniden şekillenen plastik beyne bırakıyor.[32]

Yazının ayrı bir parçasında, ve halihazırda akılda anorganik bir parçalı-beyin fikriyle, (Alain Badiou’yu tefsir ederek), “her bir insan varlığında, Beyin yoktur, sadece bazı beyinler vardır,”[33] ifadesini sürdürüyorum. Bu sav Antonio Damasio’dan yapılan iki alıntıyla bir arada ilerletilebilir: ilki, “Evrim, Büyük Varoluş Zinciri değildir”[34] ve ikincisi, “beyin sistemlerin bir sistemidir.”[35] LeDoux vd. ile bağlantılı olarak daha önceden söylediğim gibi, bu iki tez şansa bağlı olduğu ölçüde, non-teleolojik, koordineli olmayan evrimsel dinamiklerin[36] neredeyse daima kaçınılmaz biçimde yama-benzeri bir beyinle sonuçlanmak zorunda olmasıyla çok yakından ilişkilidir (örn., “parçalı olma” [morcelé] sıfatıyla “sistemlerin bir sistemi” olan bir merkezi sinir sistemi, yani, bütünleşmemiş, tam-tamına-sistematik-olmayan/sistematize olmayan bir sistem). Güncel nörobiyolojik araştırma programları, beyinsel bileşenlerin ve operasyonların farzedilen bir özeti olarak, büyük-B-ile-Beyin’i ortaya koyarak işe başlamaktadır, ki bu öznelliği düşünmenin ve hissetmenin tamamiyle organik maddi temeldeki bir kurgusundan daha fazlası değildir, bu, organların organının parçalı anorganitesini[37] tatlıya bağlayan bir fantazi-inşasıdır (bunun nörobilimsel bir eşleniği hiç ara vermeden kesintisiz biçimde bir yürüyüş olarak, biyolojik karmaşıklığın sentezlenmiş daha-büyük başarılarına doğru istikrarla ilerleyen bir evrim görüşü olurdu). Lacan zaten, insan varlıklarında neyin içerildiğine, onların fiziksel bedenlerinin neyi kapsadığına ilişkin, Aristotelesçi ruhlara (ya da Innenwelten ve Umwelten arasında uyumlu bir simbiyoz olarak von Uexküllcü* dünyalara) benzeyen toplamların/bütünlüklerin hayal edilmiş birliğine atıf yapmaya karşı uyarıda bulunuyor.[38]

Bu bağlamda Damasio’dan söz etmek için bir nedenim daha var. Son kitabında, 2010’da çıkan Self Comes to Mind: Constructing the Conscious Brain’de, olası bir Lacancı nöro-psikanalitik dürtü kuramı (aşağıda önereceğim gibi bir şey) formülasyonu için yaşamsal olduğu kadar önceki tartışmayı da doğrudan ilgilendiren bir dizi meseleyi öne sürüyor. [Kullanılan] dilde Stanovich’in “robotların isyanı” ana motifi işitilir biçimde yankılanıyor, Damasio şöyle diyor:

Eğer doğa kayıtsız, umursamaz ve mantıksız olarak addedilebilirse, bunun üzerine insan bilinçliliği de doğanın yollarını sorgulama olasılığını yaratabilir. İnsan bilinçliliği beyindeki, davranıştaki ve nihayetinde kültürün yaratılmasına ön ayak olan zihindeki evrimsel gelişmelerle, doğal tarihin ortadan kaldırılmasındaki radikal bir yenilikle ilişkilidir. Davranışın çeşitlenmesinde hazır bulunmaları ve zihinlerin içine yeni yolların açılmasını sağlamalarıyla, nöronların ortaya çıkması, bu büyük yörüngenin içinde çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Ama en nihayetinde kendi-üzerine-düşünebilen bilinçli beyinlerin ortaya çıkması bir sonraki çok önemli olaydır. Her ne kadar umursamaz bir doğanın emirlerine kusurlu bir cevap olsa da bu bir asiye yolun açılmasıdır.[39]

Damasio hemen ardından gelen sayfalarda, düşünümsel (reflexive) ve yinelemeli (recursive) zihinsel kapasitelerden doğan, “kültür denilen biyolojik devrim”den sorumlu bir “asi” olan bu “benliği” tanımlayarak ilerler.[40] Yaşam bilimlerinden büyülenmiş çoğu kişiden farklı olarak, Damasio indirgemeci ya da eliminatif tipteki natüralist materyalizmi açıkça reddeder (Self Comes to Mind’daki, öz-belirlenimli yansıtan/yansıyan öznellik niteliklerine haiz olarak, herhangi bir türden otonom epifenomenalist benliğin reddi[41]). Hatta, Damasio’nun “olaylar”ın “radikal yeniliği” üzerine yaptığı konuşmaları görünce, insan buradaki yarı-Badiocu yankıları bulup çıkartmanın ayartısına bile kapılabilir; bu “olayların radikal yeniliği” maddi varlıkların kendini alaşağı eden doğal yapılarını tekleştirici rehberlikten ve koordinasyondan kurtardıkları için buna izin vermektedir (yani, “kayıtsız, umursamaz ve mantıksız haldeki . . . doğa).[42]

Damasio ayrıca “umursamaz doğa” (örn., evrimsel güçlerin ve etkenlerin çoğulluğunun organize-olmayan olumsallıkları) tarafından insan merkezi sinir sisteminin mimarisi içinde yerleşik olan tam anlamıyla oynak/dengesiz bir fay hattına dikkat çekiyor. O bunu beyin sapı ve serebral korteks üzerinde yoğunlaştırıyor.[43] Evrimsel bir perspektiften bakıldığında, beynin bu iki bölgesi daha ayrı olamazdı. Onlar (beyin sapı ve korteks) göreceli olarak eski (beyin sapı) ve yeni (serebral korteks) arasında bir zamansal uçurumu maddileştiriyorlar, tam olarak merkezi sinir sistemindeki bir şeyin içinde somutlaşan bir zamansal gedik ya da zaman-tehiri. Ayrıca primat serebral korteksi diğer memelilerde bulunanlardan farklılaşmaktadır, oysa ki beyin sapı hayvan türlerinin oldukça büyük bir kısmında asgari ortak paydadır. LeDoux,[44] Stanovich,[45] Linden[46] ve Marcus’un[47] da işaret ettiği gibi, insan beyninin mevcut versiyonu farklı şekillendirici güçleri yansıtan bileşenlerin ve alt-bileşenlerin karmakarışık bir grubunun bir sınıflamasını, senkronize olmayan evrimsel çağları ve etkilerin hepsini (pürüzsüz ve etraflıca bir bileşim olmaksızın) bir araya sıkıştırmaktadır.[48] Bu kolaj-benzeri, farklı zamansal-tarihsel katmanları ve tabakaları tortusal biçimde yan yana dizme ve bazen bu düzeylerin birbiriyle çatışma içine girmeleri Freud’un çatışmayla ilgili Freudcu psikanalizdeki ünlü tanımını akla getiriyor, burada bir tür sanal, bilgisayar-yapımı hologram olarak Roma’nın bir imgesine benzetilen zamansal olarak uzatılmış psişede, şehrin bütün ayrı ve başarılı geçmiş evreleri ve durumları aynı anda, eş-zamanlı, aynı mekanın içinde varolmuş şekilde temsil ediliyor.[49]

Damasio, kadim sürüngen beyin sapı (bedenin temel yaşamsal işlevlerini düzenlemekten sorumlu) ve (göreceli olarak) yakın zamanlı primat korteksi (sofistike kognitif ve temsilî kapasiteleriyle birlikte) arasındaki, evrim tarafından “büyük bir problem” olarak konumlandırılan, [kötü ve geçici] yamasal uyumsuzluğu tanımlayarak işe başlıyor.[50] Sonra da bunu açıklıyor:

. . . serebral korteksin anatomik ve işlevsel genişlemesine karşın, beyin sapının işlevleri kortikal yapılarda kopyalanmamıştır. Rollerin bu ekonomik bölümlenmesinin sonucu ölümcüldür ve bu beyin sapı ve korteksin karşılıklı bağımlılığıyla tamamlanır. Onlar birbiriyle işbirliği yapmaya zorlanırlar.[51]

Damasio’nun seçtiği kelimeler (“ölümcül,” “zorla”) şunu vurgular: yaşamla ilgili bu çabaların bu iki nöroanatomik bölge arasında parsellenmiş olması tuhaf, problemli bir ayrımdır. Beyin sapı kendisinin de bir parçası olduğu bütün organizmayı (kortekste dahil) hayati bir şekilde idame ettirirken, öte yandan ise hayatın düzenlenmesinde esas olan birçok işlevin -korteksin hizmetine sunarak- dışarıdan temin edilmesini sağlar. Dahası korteks beyin sapı üzerinde karşılıklı olarak modüle edici aracılıklar uygular ve beyin sapı da korteksin temeli/zemini olarak işlev görür. Yüksek düzeyde dağılmış primat ve insan beyni işlevselliğinde, ilkel beyin sapı ve ileri korteks tamamen karşılıklı-bağımlıdırlar. Ve yine onlar, pek çok anatomik ve fizyolojik açıdan, birbirlerinden farklıdırlar; onların mimarileri ve operasyonları birbirlerinden dramatik olarak ayrı şekilde kurulmuştur. Bu nedenle, Damasio, şu sonuca varıyor:

Beyin sapı-korteks uyuşmazlığı büyük ihtimalle, genel olarak kognitif yetilerin gelişmesine ve özel olarak bilinçliliğimize sınırlılıklar dayatmaktadır. Merak uyandırıcı bir biçimde, mesela dijital devrimin yarattığı baskı altında kognisyonda meydana gelen değişimler gibi, insan zihninin evrildiği bu uyuşmazlık hakkında söylenecek çok şey olabilir. Benim formülasyonumda beyin sapı bilinçliliğin temel özelliklerinin sağlayıcısı olarak kalacaktır, çünkü o ilkel duyguların ilk ve zaruri sağlayıcısıdır. Artan kognitif talepler korteks ve beyin sapı arasındaki karşılıklı etkileşimi bir parça sert ve acımasız yapmaktadır, ya da daha nazikçe söylenecek olursa, onlar duyguların kaynağına girişi daha zor hale getirmektedir. Sanki burada başka bir şeylerin daha olması gerekli.[52]

Bu görüşlerden hemen önce (bu alıntının son cümlesinin yanı sıra), Damasio, yavaş-ilerleyen ama en nihayetinde müşfik bir kutsallığa benzeyen, insan merkezi sinir sistemindeki bu türden kırışıklıkları giderebilen ve giderecek olan, bu evrime imanını belirtir[53] (benzer şekilde, LeDoux’da onların geçici kusurlar olarak görülmesi gerektiğini ima eder[54]). Bu durum sadece tam da burda tartışılmakta olan evrim içi ve intra-serebral uyumsuzluklar tarafından sorunsallaştırılan bir bilimci organisizmin sahte-laik tasavvurlarına olan geçmek bilmeyen bir yatırımı ele vermekle kalmamakta, aynı zamanda öyle görünüyor ki hem Linden ve Marcus’taki ve hem de psikanalitik düşünce içindeki çatışmanın merkezi konumu dikkate alındığında, doğrudan kastedilen şey olan parçacıklar halindeki beynin evrimsel olarak aşılabilmesi ihtimalinin insanların tam da insanlığının hiçe sayılmasına eşdeğer olacağını görememektedir. Diğer bir deyişle, eğer, Linden ve Marcus tarzında, insan beyninin içsel uyumunun tamamlanmamışlığı zihne sahip insan öznelliğinin pek çok temel özelliğine mahal veriyorsa, o zaman cerveau (et corps) morcelé’nin (parçalı beyin) gitgide evrimleşen geçmişi pekala insan evriminin bir uzantısı olmayabilir; bunun yerine, bu insani olmaktan çıkmanın öngörülemeyen bir türü, insanı insan yapan şeyin tam olarak evrimsel bir tasfiyesi anlamına gelebilir. Yine başka bir deyişle, doğa tarihinin bu zamana kadar gözler önüne serilen bu kanıtında sürekliliklerin ve süreksizliklerin çeşitli verili diyalektikleri tartışmaya açık şekilde okunabilirdir, bu insanlığın gelecekteki belirli evrimsel olaysallıklarında yer alan potansiyel olarak kalıcı bir insan doğasının süreğen gelişimi anlamına gelmeyebilir, ama bu daha çok, bu (alt üst olmuş ve belki de kendini-altüst eden) doğanın ötesine devamlılığı olmayan sıçramalardır, onu geride bırakan atlamalardır.[55]

Damasio’ya dair ifade edilen bu eleştirel şüphelere karşı, onun hala zaman zaman organikçi bir paradigmaya yapışıp kalması pek çok gözlemini tartışmaya açık hale getirmektedir, bu durum beyin-içi uyumsuzlukla ilgili onun beyanlarındaki ek bir ayrıntıya dikkat çekmektedir. Damasio, kognisyon, emosyon ve motivasyon nörobilimsel üçlüsü açısından, talamusu bir yanda birincil olarak emosyonel ve motivasyonel (yani, temsili-olmayan) beyin sapı, ve öte yanda ise daha çok kognitif (yani, temsilî) serebral korteks (“çoğu dışsal nesne imgeler olarak sadece serebral kortekste varolur ve beyin sapında tam olarak imgelenemez”[56]) arasındaki bölünmeyi köprüleyerek gideren bir araya-giren olarak tanımlamaktadır.

Burası, bir uzlaşma sağlayıcı olarak, talamusun imdada yetiştiği yerdir. Talamus beyin sapından gelen sinyallerin kortikal kabuğun geniş alanlarına yayılmasını gerçekleştirir. Buna karşılık, büyük ölçüde genişlemiş olan serebral korteks, hem doğrudan hem de amigdala ve bazal ganglionlardakiler gibi subkortikal nükleusların yardımıyla, sinyalleri küçük-ölçekli beyin sapına aktarmaktadır. Belki de sonuçta talamusu en iyi tanımlayan şey onun bu tuhaf çifti ayıran bir evlilik yıkıcı olmasıdır.[57]

Bu alıntının son cümlesinin cazibesiyle, bir Lacancı çıkıp, beyin sapı ve serebral korteks gibi ayrı beyin bölgeleriyle cinsiyet farklılığının Lacan tarzı iki konumu arasındaki uyuşmazlığı karşılaştırmayı önerebilir. Böylece, netice Lacan’ın (na)meşhur “il n’y a pas de rapport sexuel”iyle bağlantılı [“Cinsel ilişki (diye bir şey) yoktur.], belirli örneklerdeki, il n’y a pas de rapport intra-cérébral’dir [“Beyin-içi ilişki yoktur”], bu spesifik olarak insan merkezi sinir sistemi düzeyindeki anorganik üzeri çizili bedensel-Gerçeğin aksiyomatik bir formülasyonudur.

Bununla birlikte, talamus aslında –bu bölge beynin ortalarına yakın konumlanmıştır, beyin sapının üzerine oturur ve gönderdiği sinir lifleri kortekse doğru genişleyerek yayılır- hem yapısal hem de işlevsel olarak, beyin sapı ve korteks arasında bir aracı değişim-istasyonu olarak görülebilir. Damasio’ya göre, talamus “bu tuhaf çift” arasında ileri-ve-geri doğru karşılıklı etkilerin iki-yönlü akışını kolaylaştırmaktadır. Sırası gelmişken Self Comes to Mind’da altı çizilen nöroanatomi ve nörofizyolojiyle ilgili bu hususlardaki, Lacancılıkla bağlantılar Lacan’ın iyi bilinen tek cümlelik şakalarından birinin oyunbaz çağrışımlarından daha ileriye ve daha derine gitmektedir. 2010 yılında yayınlanan Les énigmes du plaisir adlı kitaplarında, Lacancı nöro-psikanalitik ikili François Ansermet ve nörobilimci Pierre Magistretti talamusla yakından bağlantılı bir beyin bölgesine odaklanırlar: insular korteks. Bu kitabın dördüncü bölümünün başlığı “Dürtü Adası”dır (“L«île» de la pulsion”) [“Dürtü Adası”], “insula” kelimesi Latince “ada” demektir.[58] Freudcu-Lacancı dürtü kuramına istinaden, Ansermet ve Magistretti’nin temel tezi, beyin sapı ve insular korteks arasında bir uyumsuzluk olmasının altında, psikanalizin ifade ettiği eşsiz biçimde insani Trieb’i (dürtü, pulsion) hayvani Instinkt’ten (içgüdü) ayıran şeyin, nörobiyolojik temelinin yattığıdır.

İkinci bölümde bir süreliğine bu müdahaleyi takip ederek, Ansermet ve Magistretti’nin, dürtülerin (Trieb “psikanalizin temel bir kavramı”[59] olduğundan ve herhangi bir nöro-psikanaliz kendi teorik mimarisini mutlaka ona uydurmak zorunda olduğundan) teorize edilmesindeki katkıları üzerine odaklanarak, nöro-psikanalizin spesifik olarak Lacancı bir biçimini oluşturmaktaki çabalarının ihtimamlı bir yeniden inşasını ortaya sereceğim. Bununla birlikte, Lacancı-olmayan nöro-psikanalizin ilk ve önde gelen savunucusu Mark Solms’un yanı sıra dürtü kuramı üzerine benim kendi erken dönem çalışmama da (2005’deki Time Driven: Metapsychology amd the Splitting of the Drive kitabına) gönderme yapacağım. Üçüncü ve son bölümde ise, Freudcu-Lacancı psikanalizdeki ve psikanalizle teşrik-i mesaisi olan felsefedeki Trieb ve öznellik arasındaki ilişkiye temas edeceğim. Bunu yaparken, Ansermet ve Magistretti’nin nöro-psikanalitik “özgürlüğün biyolojisi”nde (bu başlık onların 2004 tarihli À chacun son cerveau kitaplarının İngilizce çevirisinin başlığıdır) ifade ettikleri çabaların hem verimliliğinin ve hem de sınırlılıklarının eleştirel bir değerlendirmesini yapacağım. Ansermet ve Magistretti’nin fikirlerindeki sorun yaratan ve önemli sayılabilecek bir dizi felsefi hatayı teşhis ederek, organik/fiziksel özneden daha fazlasını ifade eden denatüralize edilmiş sistematik bir teoriyi özenle tamamlamak için felsefe, psikanaliz ve nörobiyolonin birleşik entelektüel kaynaklarından beslenen ve onların çok faydalı katkılarının üzerine bina edilmiş, gerekli bir tasarının anahatlarını çizmeyi umut ediyorum.

  1. Bölünmüş Beyin, Bölünmüş Dürtü- Libidinal Ekonominin Nörobiyolojik Temelleri

 

Time Driven’da, cem-i cümle bütün dürtüleri doğası gereği bölünmüş, içsel olarak çatışmalı ve kendini-sabote eden olarak yeniden biçimlendiriyorum ve Lacancı teorinin pek çok içgörüsünü kuşanarak, Freud’un metapsikolojik Trieb tanımına geri dönüyorum. Freud’a göre, bir dürtü olarak nitelenen herhangi bir şey birbiriyle ilişkili dört unsurdan (kaynak [Quelle], basınç [Drang], amaç [Ziel] ve nesne [Objekt]) müteşekkil olduğu kadar, soma ve psişe arasındaki bölünmeyle iki arada bir derede kalan bir sınır teşekkülüdür. Bu dört boyutun iki antagonistik hatta düzenlendiğini öne sürüyorum: bir “yineleme hattı” (kaynak-basınç) ve bir “değişkenlik hattı” (amaç-nesne). Time Driven’da, göz korkutucu zihin-beden problemiyle karşı karşıya kalınca sakıngan bir ayak diremenin de kısmen motive etmesiyle –o zamandan beri bu hususi ikircikli ihtiyatım kayboldu- sürüncemede bırakılan bu uzun ömürlü felsefi zorlukta karar kılmama yol açtı, böylece özellikle dürtüler üzerine konsantre olmaktansa, zamansallık ışığında ilerleme sağladım. Trieb’in salt zamansal yapısındaki bölünmeyi sürdürerek, temsilî-olmayan/temsilî-altı saf talep eden bir hareket, katışıksız tekrar, aynının sonsuz gerişi dönüşü olarak yineleme hattını tasvir ediyorum. Tekrarlama üzerindeki bu ısrar değişkenlik hattındaki bağdaştırıcı matrisler aracılığıyla, onların minimal olsa da kaçınılmaz ve ortadan kaldırılamaz farklılıklarındaki temsillerin (yani, imgeler ve gösterenler) yer değiştiren ardışıklıklarıyla bozguna uğruyor. Dolayısıyla, içsel yapısal nedenlerle, dürtüler sadece kendi içlerindeki ve aralarındaki iç çatışmalarla engellenmezler –hatta onlar kendi-kendilerini-engellerler, tekrara-meydan-okuyan farklılığı üreten yineleme hattına tekabül eden değişkenlik hattı aracılığıyla üretilen temsili tekrar … Hence, for intrinsic structural reasons, drives not only are thwarted by inner conflict within and between themselves—they even are self-thwarting, since the very attempt at representational repetition made by the axis of alteration at the behest of its corresponding axis of iteration itself generates repetition-defying difference. Dürtü ve arzu arasındaki Lacancı ayrım hususunda, dürtünün metapsikolojisi düzeyindeki Hegelci hamlem bu ayrımın, yineleme hattına denk düşen Lacancı pulsion (dürtü) ve değişkenlik hattına denk düşen désir (arzu) ile birlikte, (Freudcu) Trieb’in (dürtü) kendisine içkin olduğunu önermektedir. Cem-i cümle dürtüler olumsuzlama ve zamanın olumlaması arasında ayrılmışlardır, kendi uygun-olmayan dört bileşenli  bedensel ve ruhsal çifte mekanizmaları (yani, Lacancı “dürtü montajı”[60]) arasındaki bu zamansal gerilim boyunca belli belirsiz biçimde yakıtlarını sağlarlar.

Önceki tartışmayla ilgili olarak, –Freud’un geç dönem yazıları boyunca yer alan çeşitli dağınık ifadelerindeki- ölüm dürtüsü (Todestrieb) kavramının gerçekten de bir yarı/sözde kavram, birbirine pek de benzemeyen olguların (ve genelde hatta biri diğeriyle karşılaştırılamaz şeylerin) tutarsız bir bileşimi olduğunu iddia ediyorum. Başka bir ifadeyle, Freud’un kendisinin okuyuculara açık ve tutarlı bir metapsikolojik Todestrieb açıklaması sunduğunu kabul etmiyorum; şöyle ki, “ölüm dürtüsü” nihai, gösterişli kavramsal bir çözüm yerine bir dizi çözülmemiş probleme ad vermektir. Ancak, Freud, Todestrieb diğer dürtülerin aksine kendisi bir dürtü değildir ve bütün dürtüler tarafından paylaşılan en düşük ortak payda için bir adlandırmadır, dediği zaman, bunu çok ciddiye alıyorum. Önemli miktarlardaki diğer metinsel kanıtlar ve benim tarafımı destekleyen iddialarla bir arada düşünüldüğünde, bu Freudcu inkar Freud’daki ölüm dürtüsünü genel olarak bütün dürtülerin başında olan bu bölünmeye (ve bu bölünmenin sayısız sonuçlarına) verilmiş bir isim olarak okumama cevaz veriyor.[61]

Time Driven yazıldıktan sonra yayınlanan Jonathan Lear’ın Happiness, Death, and the Remainder of Life kitabı da benzer bir şeyi öneriyor. Lear, orada, Todestrieb’in libidinal ekonominin pozitif bir özelliği ya da parçası olmadığını ileri sürmektedir. Benim de kabul ettiğim gibi, Lear’ın tezine göre, her ne kadar Freud sık sık ölüm dürtüsünün haz ilkesine musallat olan işlevsiz bir bela olarak daha iyi düşünülebileceğini, yani, bir olumsuzluk olarak azimli bir şekilde optimize edilmiş ve başarılı bir libidinal ekonominin yokluğunu ifade etmiş olsa da böylece onun varlığını kabul etmektedir.[62]

Ayrıca, Damasio’nun önceden ele aldığımız beyin sapı ve serebral korteks “tuhaf çifti,” “evlilik yıkıcı” talamus tarafından bir arada tutuluyorlardı; ve bu çift, yineleme ve değişkenliğin uyumsuz hatları boyunca dürtünün bölünmesinin nörobiyolojik altyapısı için önde gelen bir aday gibi görünmektedir. Tekrarlayıcı bir bedensel “çalışma talebini” içeren, dürtünün kaynağı ve basıncı (yani, yineleme hattı) daha ziyade motivasyonel ve emosyonel beyin sapına karşılık gelebilir. Ayrı ruhsal imgelerin ve gösterenlerin kayarak birbirini izlemesini içeren, dürtünün amaçları ve nesneleri (yani, değişkenlik hattı) kognitif kortekse karşılık gelebilir. Lacancı tabirin bir parça basitleştirilmiş bir versiyonuyla söyleyecek olursak, talamus yoluyla serebral korteks, öncelikle maddileşmiş bedensel Gerçeği ve beyin sapını etkileyen ve aracılık eden, İmgesel-Simgesel gerçekliğin fenomen ve yapıları için bir mecradır.

Dürtüleri “ebedi hüsran makineleri”[63] olarak tefsir etmem, Ansermet ve Magistretti’nin beyni arızalı/yetersiz bir makine (machine à rater) olarak tanımlamalarında yankı buluyor, bu tam olarak terimin katı psikanalitik anlamında tartışılan dürtü bağlamında yapılıyor.[64] Ruhsal öznelliğin dürtü-merkezli libidinal ekonomisinin nörobiyolojik temellerini derinlemesine keşfeden kitabın başlığı, Les énigmes du plaisir, bile gizemli, geç dönem Freud’u rahatsız eden ve onu ölüm dürtüsü (ya da dürtüleri) hakkında tutarsız bir dizi spekülasyon yapmaya sürükleyen haz ilkesinin “ötesi”ne gönderme yapıyor.[65] Akla uygun biçimde, Trieb insan (an)organizmasının bedeninden (ya da en azından, bedenselle böyle bir ilişki olmaksızın olamayan [pas sans]) kaynaklanmaktadır; onlar, “Nasıl olur da vücudun fizyolojik düzenlemeleri ruhsal yaşamda kendilerini bu kadar işlevsiz bir halde buluyorlar?, diye soruyorlar.[66] Elbette, iyi bilindiği üzere, Freudcu dürtüler yemek yeme, dışkılama ve üreme gibi ilkel yaşamsal aktivitelerden ayrılmakta ve onların etrafında şekillenmektedir. Ansermet ve Magistretti, haklı olarak organik yaşamın –diğer hayvanlar için görünürde sorunsuz olan, memnuniyet içinde yüzerek gerçekleşen- bu temel işlevlerin zihinli öznelerde nasıl ve niçin yolundan çıktığını ve ajitasyon, hoşnutsuzluk ve şikayet etme kaynağı haline geldiğini merak etmektedirler. Her ne kadar Freud hiç bir zaman “haz ilkesinin ötesinde”ki şeylerin varlığı için biyolojik bir açıklama sağlayamadıysa da, Ansermet ve Magistretti, dürtü teorisi (ve genel olarak psikanaliz) için böylesi bir bilimsel doğrulamanın eninde sonunda geleceği yönündeki Freud’un umudunu gerçekleştirmeye talip olurlar.[67]

Ansermet ve Magistretti, dürtü ve içgüdü arasındaki geleneksel ayrımı daha güncel bir yaşam-bilimsel dile çevirirler. Şöyle diyorlar, “İçgüdü genetik programdan kaynaklanan bir davranışken, buna karşın dürtü tam olarak bu genetik belirlenimin yetersizliğinin bir sonucudur.”[68] Ansermet ve Magistretti’nin ortak olarak yazdıkları önceki kitaplarında, À chacun son cerveau, sabit genetik kodlara ve evrimsel olarak donatılmış nöral programlara hitap ederek, onların bilimselci determinizmlerinin yakın zamanlı biyoloji tarafından bilim-içi gayrimeşrulaştırılmalarını vurgulamaya oldukça çok zaman harcıyorlar. Onlara göre, insan varlıklarının biyolojik açıklamalarında nöroplasitisitenin ve epigenetiğin durmadan artan önemi, insan doğasının ve öznelliğinin standart bilimsel yaklaşım ve açıklamalara indirgenemeyeceği yönündeki paradoksal bir bilimsel olgunun da gelişmesine yol açıyor.[69] Buna uygun olarak, onlar insanları “genetik olarak belirlenmemek üzere genetik olarak belirlenmiş” diye tanımlıyorlar.[70] Bu müdahalenin üçüncü kısmında, Ansermet ve Magistretti’ye karşı, onların nöroplastisite ve epigenetikle ilgili nöro-psikanalitik seferberliklerinin niçin tam-olgunlaşmış bir “özgürlüğün biyolojisi”ni (bu öncelikle onların belirlenemezcilik ve kendine has/belirleyici özellikle otonomiyi birleştirme eğilimleriyle ilgili olmak zorunda) kurmayı başaramadığını ayrıntılı biçimde açıklayacağım. Şimdilik, Ansermet ve Magistretti tarzındaki Lacancı nöro-psikanaliz konusunda ilave yorumlama çalışmalarına ihtiyaç duyuluyor.

Ansermet ve Magistretti’nin kavramsallaştırmalarında, -öznel-ruhsal deneyimin nöral-bedensel kaydı olarak tanımlanan-, “iz” (“trace”) kavram-terimi çok önemli bir rol oynamaktadır.[71] Beynin endojen epigenetik plastisitesi sayesinde, denatüralize haldeki ve denatüralize edici fenomenler ve deneyimsel alanın yapıları dışarıdan gelen, -Lacan’ın İmgesel-Simgesel gerçeklikler (özneler-arası küçük-ö ötekiler ve özne-aşkın büyük-Ö Ötekiler etrafında organize olan gerçeklikler) olarak düşündüğü-, etkilere sinaptik düzeyde maruz kalarak şekillenir ve yeniden-şekillenir. Ansermet ve Magistretti, Freudcu Trieb’i kastederek, beden ve psişe arasındaki gerilimle-dolu kesişimi cisimleştiren sinaptik izleri betimlerler.[72] Ayrıca, onlar, Catherine Malabou’nun Hegel-esinli diyalektik-spekülatif plastisite tefsirine, bir tarafında esneklik, akışkanlık, işlenebilirlik ve uçuculuğun, diğer tarafında ise sabitlik, katılık, değişmezlik ve istikrarlılığın olduğu (görünürdeki) karşıtların bir yakınsaması olarak başvururlar.[73] Ansermet ve Magistretti için, beden ve zihin kesişiminde biçimlenen, izler kesin Malaboucu bir anlamda plastiktir. Dahası, nörobiyoloji ve psikanalizi kaynaştırmalarında, plastisiteyi bedensel ve ruhsal arasında ve her ikisi dahilinde tutmaya devam etmektedirler.[74]

Buraya kadar, Ansermet ve Magistretti’nin derin düşüncelerindeki baskın meşguliyet beden plastisitesi, en çok da merkezi sinir sistemi nöroplastisitesi gibi görünmektedir. Onlar temeldeki canlı varlığın biyo-fiziksel maddesinin üzerine öznel olarak kaydedilen imgelerin ve kelimelerin etkilerinin doğal-olandan/nöral kayıtlardan-daha-fazlasını ifade ederek yaşam bilimlerindeki insan beyninin nasıl sinaptik bir ağlar sistemi olduğunu vurgulamaya epeyce bir çaba sarfetmektedirler. Ancak, durmadan inşa edilerek ve yeniden inşa edilerek bir araya getirilen bu imgeler, kelimeler ve karmaşık, çapraz-yankılanan hatıra ve temsil ağları da plastiktir -bu doğal dillerle ilgili dilbilimsel çalışmaların ötesine hasredilerek kavramsallaştırılan Freudcu Vorstellungen‘in ve Lacancı gösterenlerin boyutu (ya da Lacan’ın neolojilerinden birine, dit-mension, başvurarak) olabilir.[75]

Eserleri boyunca, Ansermet ve Magistretti, fiziksel izlerin (bedenselle henüz bağlı olsa da ondan farklı olarak) plastisitesini “retranskripsiyon” ve “rekonsolidasyon” süreçleriyle birleştirirler, sonuncusu psikanalitik olan ilkinin nörobiyolojik eşdeğeridir. Ansermet ve Magistretti’ye göre retranskripsiyon, Freud’un mnemic izler modeliyle uyumludur, bu model uyarınca zihinsel işaretler geçmiş, şimdi ve gelecek arasında salınarak, geri-ve-ileri dinamiklerle akarak muhafaza edilirler ve yeniden işlenirler (buradaki başlıca Freudcu metinler Histeri Üzerine Çalışmalar [1894], Wilhelm Fliess’e gönderilen “52. Mektup” [1896], “Perde Anılar” [1899] ve “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz-Düşgörme”dir [1907][76]). Yazarlar, ilkin, soma ve psişe kavşağına yerleşmiş olan izlerin Freudcu Nachträglichkeit ve Lacancı après-coup’nun bükülmüş zamansal mantığına itaat ettiğini, ikincisi ise, bu keskin-uçlu nörobiyoloji hafızanın (sabitlik ve akışkanlığın bileşimi olarak) plastisitesi konusundaki psikanalitik varsayımların hakikatine tanıklık etmektedir.

Ansermet ve Magistretti’nin ele aldıkları ve nöro-psikanalize nazaran bir adım ileri taşıdıkları şey, retranskripsiyonun sezgiye karşı çıkarımlarından biri olan mnemic mekanizmalarca korunan geçmişin, aynı zamanda, böyle bir korumanın olasılığının ve imkansızlığının koşulu olmasıdır; bu mnemic mekanizmalar, ruhsal beyindeki çifte-özellikli (yani, eşzamanlı olarak mental ve ruhsal) izler olarak deneyimlerin kaydedilmesine dayanmaktadır. Bir yandan, sadece böyle izler aracılığıyla önceki deneyimler korunur. Ama, öte yandan ise, bu izlerin tekrarlayan biçimde ve geriye dönük olarak retranskripsiyonu [bu retranskripsiyon, serebral psişenin ağlarındaki Vorstellungen/gösteren gruplaşmalarının biçimlendirdiği periyodik olarak modifiye olan çağrışım konfigürasyonları aracılığıyla gerçekleşen bir “ertelenmiş eylem”dir], tekrarlayıcı şekilde bağlamı değişen kayıp bir zaman olarak [bu geçmiş] farklılıkların yarattığı uzaklığı ortaya sererek, kendi içinde böylesi bir geçmişi tasfiye eder. Hafıza konusundaki elde bulunan yegane tek şey olan bu zamansal-tarihsel süreklilik, aynı zamanda, zorunlu olarak süreksizliğin yaratılmasındaki öğelerden biridir.[77]

Ansermet ve Magistretti, retranskripsiyonla yakından ilişkili olan, rekonsolidasyon kavramını nörobiyolog Cristina Alberini’den ödünç almaktadırlar.[78] Ancak, hafıza “dekonsolidasyonu”nun nörobiyolojik işlevselliğinin deneysel olarak doğrulanmış halini yeniden adlandırmayı önerirler. Önerilen bu terminolojik değişim süreklilik üzerindeki süreksizliğe onların yaptığı psikanalitik vurguyu belirginleştirmek içindir. Retranskripsiyonun geriye dönük gecikmiş etkisi ruhsal öznelliğin mnemic sistemler üzerindeki etkilerine uygulanır  The retroactive deferred action of retranscription brings to bear on mnemic systems the effects of psychical subjectivity as itself a locus of the very experiences leaving plastic somatic-psychical traces behind in the brain-psyche. Thus, reconsolidation is equally a deconsolidation in which more-than-biological agencies inject changes into plastic qua less-than-imperviously-solid biological grounds.[79]

Dürtü kuramı konusuna geri dönersek, Ansermet ve Magistretti Trieb’i bedensel durumların ruhsal fantazilerle plastik bir çiftlenmesi olarak resmederler.[80] Time Driven’ın Freudcu lügatiyle söylersek, bir dürtü bedensel bir yineleme hattının (kaynak-basınç), temsili bir değişkenlik hattıyla (amaç-nesne) eşleşmesidir, yineleme ve değişkenlik arasındaki itme-ve-çekme kendisini (dis)integrated dürtünün plastisitesinde Put in the Freudian vocabulary of Time Driven, a drive is a pairing of a corporeal axis of iteration (source-pressure) with a representational axis of alteration (aim-object), with the push-and-pull between iteration and alteration being itself the plasticity of drive per se in its (dis)integrated (mal)functioning.[81] Ayrıca, daha önceden gözlemlediğim gibi, Ansermet ve Magistretti’nin genetik belirlenim kavramına gönderme yaparak Trieb ve Instinkt arasında ayrım yaptıklarını –bir içgüdü evrim tarafından programlanmışken dürtü öyle değildir- düşünecek olursak, dürtüler deneyim, -yani çevredeki maddi ve toplumsal ortam tarafından neyin amaçlanacağının ve hangi nesnelerin takip edileceğinin öğretilmiş olması-, aracılığıyla “eğitimli” hale gelmek zorundadır. Freud ve Lacan’ı takip ederek, onlar, insan varlıklarındaki olgunlaşma-öncesi uzamış çaresizlik döneminin yetiştirme koşullarının doğa üzerindeki (nurture/nature) hakimiyetine yol açtığına işaret ederler. İnsan yavrusunun olumsal-fakat-apriori biyolojik bir gelişim evresi olarak Hilflosigkeit, Ansermet ve Magistretti’nin, önceden-programlanmış olarak yeniden-programlanabilir olan insanlar (genetik belirlenimcilikteki gibi, yani, kodlamada kodlanmış bir yokluk) temasına destek sağlamaktadır.[82] Dürtülerin amaçlarının ve nesnelerinin gösterenleri (Vorstellungen) öznelerarası İmgesel ötekilerin ve özne-aşkın Simgesel Ötekilerin çevreleyici/kuşatıcı etkilerine tanıklık etmektedir. Bu de-natüralize edici etkiler, yaşayan özne-olacak-olanın [subject-to-be] (yani, üzeri-çizili bedensel-Gerçek’in) “doğal” (an)organik bedeninde inşa edilmiş bu boşlukları muhtemel yerleşme açıklıkları olarak kullanırlar.[83]

Ansermet ve Magistretti’nin mevcut görüşlerinin önceki çeşitli yeniden yapılandırılmalarıyla birlikte, beyin sapı ve insular korteks arasındaki anatomik ve fizyolojik ilişki üzerine dürtülerin yapıları ve dinamiklerinin onlar tarafından gerçekleştirilen nöro-psikanalitik haritalanması şimdi daha uygun şekilde takdir edilebilir. Ansermet ve Magistretti, hayvanlar aleminin üyeleri arasında sadece primatlara özgü olan insular korteksin aracı rolüne inatla dikkat çekmektedirler:

. . . primatlarda, bedenin fizyolojik durumunun bir temsili (posterior ve dorsal) insulada mevcuttur, bu bölge motive davranışlarda ilgili diğer bölgelerle ilişki içindedir . . . buna karşın, diğer türlerde, bu entegrasyon temel olarak beyin sapı düzeyinde yapılır, beyin sapı refleks tipte homeostatik motor yanıtlar anlamına gelir.[84]

Şöyle devam ediyorlar:

İnsulanın, diğer türlerde olmaksızın, insana ve bir ölçüde de olsa maymuna sağladığı interoseptif yolağın bütünlüğü üzerinde ısrarlı olmak gerekmektedir. Bu yolak bedenin fizyolojik durumunun bir temsilinin oluşturulmasına izin vermektedir. Bu yolağın temel bilgilerine sahip olmayan hayvanlarda, interoseptif sinirler beyin sapındaki nörovejetatif merkezle doğrudan ilişkili bir aktarıma biçim verirler –homeostatik düzenlemeleri, otomatik biçimde, yöneten motor merkezler bunu nörovejetatif sistemin ya da nöroendokrin döngülerin performansları aracılığıyla yaparlar. Bu hayvanlarda, homeostazis refleks bir şekilde yeniden tesis edilir –yani, mentalizasyon olmaksızın. Buna karşın insanlarda, bedenden gelen malumatlar, posterior insuladaki diğer ikincil yeniden-temsillerle (re-representations) bağlantılı birincil temsillerden oluşur, böylece daha alt türlere özgü otomatizmler ve reflekslerden kaçıp kurtulan daha özgür bir düzenleme modu açılır…[85]

Açıkçası, insular korteksin primatlara özgü rolünün altını çizmek, insani dürtüleri hayvani içgüdülerden ayırma yönündeki standart analitik hamleyle bağlantılıdır. Beynin anatomisi ve fizyolojisi açısından, insular aracılığın eklenmesi, aksi takdirde tek başına beyin sapı tarafından (yani, “mentalizasyon” sıfatıyla bilişsel temsil olmadan) hayatın yaşamsal işlevlerinin otomatik bir refleksif düzenlemeyle sürdürülebileceğini gösterir. Bu görevlerin yönlendirilmesi tam olarak temsil ve yeniden-temsil matrisleri aracılığıyla organik homeostazisi sürdürmek içindir, yani, bu temsil ve yeniden-temsiller (posterior insulada kayıtlı) gösteren-benzeri Vorstellungen ve duyusal-algısal fenomenlerin ve sosyo-linguistik yapıların Vorstellunsgrepräsentanzenleridir.[86] Ayrıca, insular korteksin mentalizasyon ağları interoseptif ve eksteroseptif girdi kaynakları ile birlikte dokunur/örülür, plastisite ile birlikte beynin bu bölgesi temsili içeriğin saklanmasına ve yeniden-işlenmesine olanak sağlar.[87]

Daha kesin olmak gerekirse, Ansermet ve Magistretti interoseptif yolaklar aracılığıyla bedenin içsel ortamına (Innenwelt) kayıtlı temsilleri posterior insular kortekste tanımlarlar. Daha sonra bu temsiller (Vorstellungen) anterior insular kortekste yeniden-temsil edilmektedir (yani, Vorstellungsrepräsentanzen olarak çiftlenirler). Eksteroseptif yolaklar aracılığıyla bedenin dışsal çevresinden (Umwelt) gelen girdilerin algılanmasıyla, bu sonuncusu içsel temsilleri posterior insular kortekste çiftlenen dışsal temsillerle birleştirerek dönüştürür; bu sentez aktivitesi içsel temsilleri içsel-dışsal-yeniden-temsillerin içinde dönüştürür.[88] Dolayısıyla, anterior insular korteks gerçek “dürtü adası”dır, çünkü, o, beynin dağınık ve birbirine-bağlı bilişsel, emosyonel ve motivasyonel sistemlerine giriş yapılan, deneyimsel, kültürel, dilsel, sosyal, vb. çevrelerin (yani, İmgesel-Simgesel gerçeklikler) de-natüralize edici güçlerinin ve etkenlerinin yer aldığı nörolojik alandır. Özellikle anterior insular korteks aracılığıyla, bu güçler ve etkenler kendilerinin etrafını sarmakta ve temsili-olmayanı, beyin sapının düşünülemez mekanizmalarının üzerine yazmaktadırlar. Lacancılık doğrultusunda, Ansermet ve Magistretti, kendisi “biyolojinin ötesinde” olan dilin aracılık rolünü ön plana alırlar.[89] Ayrıca, insanlara özgü anterior insular korteks için, anterior singulat korteksle birlikte, “dürtü adası” başlığını özellikle koruyarak onu yakın primat akrabalarından dahi ayırırlar.[90]

Anorganik fikrine yaptığım vurguyla kaynaşarak, Ansermet ve Magistretti interoseptif temsiller ve melez interoseptif-eksteroseptif yeniden-temsiller arasındaki (organik sürekliliklerdense) süreksizlikler üzerinde özenle ısrar etmektedirler.[91] De-natüralize edici aracıların istilasıyla ilgili bu sonuncu görüş, bu sayede yaşayan varlıkların etinin/bedeninin sömürgeleştirilmesinin tam tamına altında yatmaktadır. Ansermet ve Magistretti, bu aracılar ve onların aracılık ettiği organizma arasında başa çıkılmaz bir boşluk varsayarak –bu bölünme plastik bedenin neden olduğu beyin sapı ve insular korteks arasındaki anatomik ve fizyolojik uyuşmazlıklara kök salabilir-, insan merkezi sinir sistemini psişenin libidinal ekonomisinin işlevsizliğiyle bağdaştırırlar.[92] Başka bir ifadeyle, haz ilkesinin ötesini, biyolojik ve biyolojikten-fazlası-olan arasındaki çatışmanın biyoloji-içi temellerinin kesin yeri olarak belirterek, bu muammayı demistifiye ederler. Beyin doğal olarak de-natüralizasyona yazgılıdır –genetik olarak belirlenen (hepsi ve tamamen) ama [tamamen] genetik olarak belirlenmemiş olarak bu anorganik organ yeniden-programlanma için (kısmen, asla-tamamen-optimal/başarılı değil) programlanmıştır-, doğanın, yetiştirilmenin ve bu ikisinin arasındaki başarısız, tuhaf evliliğin acı verici semptomlarına ve psikopatolojik eziyetlerine yatkın olan zihinli bir özne için bir “yetersizlik makinesi” olmak kaderde vardır. Bu nedenle, Ansermet ve Magistretti’nin bahsi geçen tezi, tekil biçimde insan dürtülerini soma ve psişenin kesişimindeki bu anorganisitenin ürünü saymaktadır, onların önerileri benim kendini-altüst-eden-çökerten bölünmüş Trieb teorimle benzeşmektedir (bu benzeşme libidinal ekonomide somutlaşan temsili iskeletleri ciddi biçimde etkileyen, onların Hebbci plastisitenin zamansal özü üzerine olan görüşleriyle daha da artmaktadır[93]). Ayrıca, Lear ve benim gibi, Ansermet ve Magistretti’de haz ilkesinin işlevsizliği için (yani, onların içkin işlevsizliğine istinaden, bu bütün dürtülerin, bir manada, ölüm dürtüsü olması olgusudur), ona yönelik karanlık, ilkel derinliklerde manevralar yapan gizemli karşı-akım bir açıklamanın varlığını kabul etmeden ve idle dolup taşmadan açıklama getirmeyi becerirler. Onlar açıkça haz ilkesinin ötesinin aşkın bir güç olmaktansa kendisinin içkin bir (self-)blokaj olduğunu belirtirler.[94]

Ancak, Ansermet ve Magistretti’nin dürtü ve hafızayla alakalı nöro-psikanalitik tedavileri bende dırdırcı bir endişeyi tetikliyor. Mesela görünürde plastik nöral ağlardaki sinaptik izlerin de/re-konsolidasyonu fenomeni ile, Ansermet ve Magistretti’nin kitaplarında vurguladıkları, “aynı beyni asla iki kez kullanamayız”[95] ifadesi. Buna katı nörobilimsel terimler açısından isabetli bir şey olarak katılmakla birlikte, ne yazık ki yaptıkları vurgu (ya da, aşırı-vurgu demeyi tercih ederim) hakkındaki endişemi ortaya koymak isterim, onlar birincil olarak nöroanatomi ve nörofizyoloji ile bağlantılı daha çok nominalist bir ontolojinin tarafında yer almaktadırlar. Hem dürtü hem de hafıza tekrarı içermektedir. Ama, eğer beyin farklılıkların yüce kuralı olan, durmadan akan Heraklitçi bir nehrin içinde çözünüyorsa, Ansermet ve Magistretti libidinal ve mnemic mekanizmalarca ortaya konan tekrarlar için nasıl bir açıklama getirebilirler? Başka bir şekilde soracak olursak, pek çok alanın (psikanaliz, felsefe, bilişsel bilimler, vb.) işaret ettiği üzere merkezi sinir sistemi “aynı” düşüncelerin, duyguların ve eylemlerin nükslerine ve tekrarlarına mahal veriyor ve destekliyorsa bu olgular bolluğu nasıl açıklanacak? Hem tek tek öznelerin beyinlerindeki zaman aşırı farklılıklara hem de çoğul bireylerin beyinlerindeki eşzamanlı ve artzamanlı farklılıklara rağmen? Sadece filozoflar, kognitif bilimciler ve hatta (gündelik “sağduyusu”yla) sıradan “sokaktaki adam” herhangi bir zihin modelinin tekrarla-ilgili fenomenlere adil yaklaşmasını talep edecek değiller –hem teorik hem de klinik psikanaliz, sırf nörobiyoloji ve ona eşlik eden spontan nominalizmle bağlantılı olarak ayırt edilebilmekte olan farklılıklara ayrıcalık tanıma uğruna tekrarlara gönderme yapmaksızın edemez.

Ansermet ve Magistretti’nin daha iddialı felsefi spekülasyonlarının ayrıntılı bir eleştirisine geçmeden önce, Lacancı olmayan bir çerçevede yazılmış olan, Mark Solms ve Oliver Turnbull’un 2002 tarihli The Brain and the Inner World: An Introduction to the Neuroscience of Subjective Experience adlı kitapları bir kaç yorum icap ettiriyor. Bu kitapta, Solms ve Turnbull yukarıda haritalanan aynı toprakların çoğunu kapsama alıyorlar. En başta, Freud’un metapsikolojisinde çok elzem olan enerjiler ve temsiller arasındaki kökensel ayrım için sağlam bir nöral temel sağlıyorlar.[96] Bu ayrım özellikle Freudcu dürtü teorisinin göze çarpan bir özelliğidir, dürtünün kaynağı ve basıncıyla (yani, yineleme hattıyla) buna eşlik eden enerjetik ve nesnelerle (yani, değişkenlik hattı) temsili. Görüldüğü gibi, hem Damasio hem de yanı sıra Ansermet ve Magistretti, beynin yapıları ve dinamikleri açısından Trieb’in bu tanımlayıcı boyutlarını maddileştiren kesin nörolojik tanımlamalar sağlamaktadırlar.

Haliyle Solms ve Turnbull emosyonel-motivasyonel “ARAMA sistemi”ni –bugünlerde nörobilimsel söylem beyinde “dört ‘temel-emosyon komuta sistemi’ tanımlamaktadır . . . ARAMA, ÖFKE, KORKU ve PANİK”[97]– “‘libidinal dürtü’nün nörobiyolojisi”nin[98] altında yatan şey olarak sunmaktadırlar. Freudcu Trieb ve nörobiyolojik ARAMA arasında kurmaları gereken ilk bağlantı Freud’un dürtülerin “nesnesiz” statüsü üzerindeki ısrarıdır (yani, bir içgüdeye karşıt olarak, bir dürtünün önceden belirlenmiş tipteki bir nesneye doğru içsel bir eğilimle, onun doğal telosu ile donanmamış olduğu iddiası)[99]:

ARAMA sistemi ne yapar? Adından da anlaşılacağı gibi, o arar. Daha zor bir soru şudur: O ne arar? İhtiyaç tarayıcılarınca belirlenmiş, şu anki bir ihtiyacının spesifik nesnesini aradığı söylenebilir. Gerçeklik bundan biraz daha karmaşıktır. ARAMA sisteminin kendisi ne aradığını biliyor gibi görünmemektedir. (Psikanalitik tabirlerle söylersek, onun ‘nesnesiz’ olduğu söylenebilir.) ARAMA sistemi bütün tetikleyicilerle aynı şekilde devreye giriyor gibi görünmektedir, ve aktive olduğu zaman, salt nonspesifik bir biçimde bir şeyi umuyordur. Bütün bunlar onun istediği ‘bir şeyin’ ‘dışarıda’ olduğunu bildiğini gösteriyor gibi. Bunun gibi nonspesifik bir sistemin kendisi tarafından bir hayvanın ihtiyaçları karşılanamaz. Bu yüzden o diğer sistemlerle etkileşime geçmek zorundadır. Bu nedenle ARAMA sisteminin çalışma şekli bununla yakından bağlantılı hafıza sistemlerine gönderme yapmadan kavranamaz. Bu sistemler nesnelerin (ve self ve bu nesneler arasında geçmişte gerçekleşmiş etkileşimlerin), -organizmanın deneyimden öğrenmesine olanak sağlayan-, temsillerini temin ederler. Bu kombine sistemlerin yerine getirmeleri gereken en temel görevlerden biri, belli bir ihtiyaç dedektörü devreye girdiğinde dış dünyadaki hangi nesnelerin iç ortamın eksikliğini duyduğu spesifik özelliklere sahip olduklarını ayırt etmektir.’[100]

Solms ve Turnbull, affektif nöral sistem sınıflamalarını nörobilimci Jaak Panksepp’in emosyonel beyne dair karşılaştırmalı türler-arası araştırmalarından alırlar.[101] Bununla ilgili sorunlardan birisi Panksepp’in sınıflandırmasının genel itibariyle memeli beyinlerini kapsama niyetinde olmasıdır.[102] Buna karşın, Damasio, beyin sapı, talamus ve serebral kortex arasındaki döngüler üzerinde odaklanarak primat beyinlerine yoğunlaşır; beyin sapı ve çok-boyutlu insular korteks içerisindeki ve arasındaki ihtilaflara odaklanan, Ansermet ve Magistretti ise insan varlıklarına spesifik özellikleri hedef alırlar (as is suitable when what is of interest are drives presumably peculiar to humans). Bu bakımdan, Solms ve Turnbull’un bir önceki alıntıdaki “hayvan” ve “organizma”yla ilgili sözleri çarpıcıdır. Panksepp’e olan itimatları, her ne kadar faydalı ve üretken olsa da, Trieb’i re-natüralize etme riskini taşımaktadır, yani onu hayvani Instinkt’e indirgeme riskini taşımaktadır.

Bu sorun, sırasıyla Ansermet-Magistretti ve Solms-Turnbull tarafından ileri sürülen dürtüyle ilgili Lacancı ve Lacancı olmayan nöro-psikanalitik nitelendirmeler arasında her şeye rağmen anlamlı bir örtüşme olarak dikkate alınmalıdır. Aynı şekilde Ansermet ve Magistretti’de herhangi bir dürtü açıklamasında nesnesizliğin önemini tasdik etmektedirler. Ve yine, Solms ve Turnbull’un aksine, genetik olarak belirlenmiş nesne seçimlerinin yokluğunun (yani, dürtülerin nesnesiz olması) insan varlıklarının dürtü-merkezli libidinal ekonomilerini kaçınılmaz biçimde doyumsuzluğa ve hayal kırıklığına mahkum ettiğini iddia ederek, haz yerine hoşnutsuzluğu vurgulamaktadırlar.[103] Yani, Solms ve Turnbull nöro-psikanalitik organik bir haz ilkesi anlayışını takip ederlerken, Ansermet ve Magistretti, Freud’un geç dönem metapsikolojisinin temelleri üzerinde, haz ilkesinin “ötesinde” yatanları birleştiren nöro-psikanalitik bir anorganik dürtü modeli inşa etmeyi amaçlamaktadırlar.

Önceki blok alıntıda, Solms ve Turnbull, temsili-olmayan (yani, emosyonel-motivasyonel ARAMA sistemi) ve temsili-olan (yani, bilişsel olan hafıza sistemlerine ilaveten emosyonel ve motivasyonel, gösteren-benzeri mnemic Vorstellungen gruplaşmalarını ihtiva eden sistemler) arasındaki nöroanatomik ve nörofizyolojik yanyanalığı incelemektedirler. Bu bölümleme, beyin sapı ve korteksler (serebral ya da insular) arasında Damasio, Ansermet ve Magistretti tarafından önerilenlerle paralellik arz etmektedir. Şu anda göz önünde bulundurduğumuz beş yazarın beşi için de, psikanaliz tarafından açıklığa kavuşturulan, insan beyninde yüksek miktarda dağılmış haldeki motive edici güçler, endojen ve eksojen girdilerden etkilenen çeşitli karışık sistem ve alt-sistem gruplarının bir arada karmaşık döngülere bağlanmasına denk düşmektedir. Benim ve az sayıda da olsa başka araştırmacıların iddia edebileceği üzere, bir dizi biyolojik ve biyolojikten-fazlası etki hatlarının kesişiminde yerleşmiş olan ve kendi hiper-karmaşıklıklarıyla güçlendirilen, böylesi nöral döngüler anorganik olma sıfatıyla yamalı (kludgy) özellikleri, bedensel-Gerçeğin (yineleme ve değişkenlik hatları arasında bölünmüş Trieb bunun en güzel örneğidir) rahatsız-edici-teklemesini barındırırlar.

Solms ve Turnbull’un işaret ettiği gibi, özellikle insandaki, dürtünün geniş oranda yayılmış olan nöral mimarisi iddia edildiği üzere yüksek-bilişsel işlevlerin düzenlediği ve sürüklediği temel-düzey itkileri ve baskıları bile As Solms and Turnbull indicate, the widely spread out neural architecture of drive makes it such that, in humans especially, even supposedly base-level impulses and urges are modulated and nudged around by higher-order cognitive functions.[104] Fredcu metapsikolojinin dilinden konuşacak olursak, ARAMA sistemi başlı başına kendine ait dürtülerin kaynağına ve basıncına (onların amaçlarını ve nesnelerini çıkarırsak) benzemektedir. Yardımcı önemli Ötekilerin verdiği çocuk bakımı (yani, 1895’deki “Project for a Scientific Psychology”’ye göre bakımveren yetişkin als Nebenmensch[105]) ile bebeğin çaresizliğinin doğasının Freudcu eklemlenmesi birbirini tutmaktadır, Solms ve Turnbull çocuğun gelişmekte olan beynindeki ARAMA sisteminin, neyi yapabileceğini ve neye ihtiyaç duyması ve neyi istemesi gerektiğini öğrenmekte sosyo-linguistik boyuta temel bir rol bahşederler.[106] Lacan’ın Gerçek, Simgesel ve İmgesel’inin yanı sıra ihtiyaç, talep ve arzu üçlüleri bu gelişimdeki operatif süreçlere çok daha ayrıntılı açıklamalar getirmektedir.

Solms ve Turnbull, epigenetik ve nöroplastisiteyle ilgili gerçeklikleri kastederek, merkezi sinir sistemi aygıtının düzenleme ve işleyişinde üretilmiş olan “boşluklar”a pek çok kez atıf yaparlar.[107] Bu boşluklar, Ansermet ve Magistretti’nin genetik indeterminism[108] olarak tekrar tekrar karakterize ettikleri şeyle aynıdır, yani, yeniden-programlama için önceden-programlanmış olma, doğal belirlenim doğal olarak belirlenmemiştir (ya da, Lacancı nöro-psikanalizin başka bir savunucusu olan Gérard Pommier’nin sözleriyle, “doğuştan olmamak üzere doğuştan olan”[109]). Ansermet ve Magistretti tarafından iddia edilen böylesi bir indeterminizmin “özgürlüğün biyolojisi” ile aynı olup olmadığı sorusuna –daha kesin söylersek, indirgemeci-olmayan bir nöro-psikanalitik denatüralize dürtü teorisinin öznel otonomi için yeterli koşulları sağlayıp sağlayamayacağı meselesi- şimdi, üçüncü ve bu müdahalenin final bölümünde döneceğim.

  1. Üzeri-Çizili Beyinden Üzeri-Çizili Özneye –Özgürlüğün Materyalist Metapsikolojisinin Gerek ve Yeter Şartları

Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir’de, dürtüyle ilgili açıklamalar ve otonom öznellik teorisi arasındaki bir bağlantıya işaret ederler.[110] Benzer biçimde, Time Driven’ın sonuç bölümünün son iki paragrafında, şunları ileri sürmüştüm:

İndirgenemez içsel bir antagonizma tarafından tedirgin edilen insan doğasının bir değerlendirmesi görünür bir umutsuzluk ve anti-ütopyacılık taşısa bile, ilginç biçimde, dürtülerin bölünmesinin özgürleştirici bir boyutu olduğu söylenebilir. Dürtüler temel olarak işlevsiz olduğundan, özneler görünüşte içgüdüsel olarak emredilen, mecbur edildikleri haz alma, doyum ve zevki takip etmektense başka türlü eyleme yetisindedirler. Böylesi varlıklar için, doğanın buyrukları sonsuza kadar gaip olduğundan, aslında özneler özgür olmaya zorlanırlar. Kati bir biyolojik ana-programdan kopmuş olan ve bir çatışma-işgalinin ve çelişkili itkilerin –uyumsuz, istikrarsız bir çoğul temsiller ağı, Lacan’ın Simgesel Öteki’nin “üzerinin çizilmesi” olarak nitelediği şey tarafından üretilen itkiler- heterojen karmaşasının altına girmiş, bunun sorumluluğu altında ezilen bir parlêtre’in (konuşan-varlık) kendi otonomisinin doğal-olmayan boşluğuna karşı çıkmaktan, oraya doğru atılmaktan başka seçeneği yoktur. Boşlukla bu yüzleşmeden çoğunlukla kaçınılır. Bir kişinin otonomisinin hakiki kapsamı, bazen korkutucu olan imaları nedeniyle, tıpkı sıklıkla bilinçdışı gölgelerin bilinçli düşünceleri ve davranışları gizlice şekillendiren heteronom etkenler olması gibi yerinden edilir. The true extent of one’s autonomy is, due to its sometimes-frightening implications, just as often relegated to the shadows of the unconscious as those heteronomous factors secretly shaping conscious thought and behavior.[111]

Şunu ekledim:

Libidinal ekonominin içsel çatışmalarından kaynaklanan çelişkiler, kısa bir anlığına parlama şansına sahip dünyasal maddiliğe aşkın olan fiili varoluşu içindeki bir özgürlüğü belirtmektedir; dürtülerin belirlenimci rabıtasındaki böylesi kırılmalar ruhsal ve toplumsal-ruhsal ‘şeylerin gidişatı’nın olağan, pürüzsüz sürekliliğinde aniden bir şeyin doğması için alan açıverir. Ayrıca, eğer dürtüler tam işlevsel olsalardı –ve, dolayısıyla bu tehdit edici bedensel-Gerçeği aşmak için mücadele edecek bir dizi savunma mekanizmasının harekete geçişi olmasaydı- insanlar da hayvansı otomatonlar, yani doğanın yaratıkları olurlardı. İşlevsizliğin acısı, içsel olarak çatışmalı libidinal ekonomi otonom bir özne olabilme kapasitesine işaret eden bir rahatsızlıktır. Hatta bu acı, -Kant’ın tanımladığı suçluluk-uyandıran görev bilincinden ve buna karşılık gelen kaygı ve huşu uyandıran büyüleyici saygıdan-, insan otonomisi için daha esastır. Oysa Kant rasyonel varlıklar içinde kayıtlı olan aşkın bir özgürlüğün semptom-etkisi olarak görevle ilişkili huzursuzluğunu işlemektedir, tersi (de) söz konusu olabilir: Böylesi bir özgürlük libidinal varlıklara özgü bir huzursuzluğun semptom-etkisidir. Tamamen ‘kür olmuş’ bireyler, eğer bu mümkün olsaydı, bu durum, onlar bunun farkında olsun ya da olmasın, huzursuzluktan, özneler olarak kendi haysiyetlerinin temel bir özelliğinden mahrum kalmalarıyla aynı şey olurdu. Lacan’ın ifade edebileceği üzere, bölünmüş Trieb dertlerin kaynağı olan kişisel öznelliğin sinthomeunun tamamiyle ortadan kaldırılmış bir halidir ve bu öznelliğin kendisinin tam bir çözülmesini gerektirecektir. İnsanlık, kendi hazları mükemmellikten uzak olduğu ölçüde, kendi keyfi asla mutlak olmadığı ölçüde tam olarak özgürdür.[112]

Ansermet, Magistretti ve benim gibi, Pommier[113] ve Stanovich[114] gibi diğerleri de, beden-içi ve/veya zihin-içi antagonizmaları (yani, soma ve psişe arasındaki çatışmaları) salt insan özgürlüğünün temelsiz temeli olarak kavrarlar. Her ne kadar Time Driven’dan yukarıda alıntılanan paragraflardaki kökensel tepkilerle hala aynı fikirde olsam da, -kendi maddi zeminini içkin olarak aşan de-natüralize özgür öznelliğin ontogenetik doğuşu için içsel olarak çatışmalı bir libidinal ekonominin şart olduğunu muhafaza etmeyi sürdürüyorum-, dürtü ve özne arasındaki bağlantının bu şekilde ifade edilmesinin çok hızlı ve çok basit olduğunu düşünmeye başladım. Bu yüzden, aşağıda yer alan Ansermet ve Magistretti eleştirisi bir bakıma aynı zamanda bir öz-eleştiridir.

Ansermet, Magistretti’yle birlikte yayınladıkları ilk kitaptan (2004’deki À chacun son cerveau) önce 2002’de yayınlanan bir makalesinde (“From the Neurosciences to the Logosciences”), öznel özgürlüğün nöro-psikanalitik bir portresini çizme yönündeki arzusunu çoktan belli etmiştir. Orada, insanların “genetik olarak belirlenmesinin genetik olarak belirlenmiş olmak demek olmadığı”[115] yönündeki şu anda tanıdık olan temaya değinmektedir; bundan şu sonucu çıkarır, “Bu yüzden özne kendisini kendi belirlenimlerinin gıyabında/yokluğunda bulur.”[116] Doğaldan-fazlası-olan epigenetik modifikasyonlara açık doğal genetik en çarpıcı biçimde insan merkezi sinir sisteminin plastisitesinde açığa çıkar. Ansermet’nin bu özel metindeki tezi öznenin ruhsal otonomisinin, tam bir tekillik noktasında bireyselleşmiş olan, plastik beyinden kaynaklandığıdır; bu tekillik zihin ve beden, Innenwelt ve Umwelt, nature ve nurture ve vb. kesişiminde kendisini cisimleştiren, güçlerin ve değişkenlerin birlikte akışının bu katlanmış yığınla, buruşuk maddeyle giriştiği çarpışmadan ileri gelir. Kısacası bu iddia iki yönlüdür: Birincisi, nöroplastisite melez, idiosyncratic beyin-psişenin oluşumuna izin verir ve bunu kaçınılmaz kılar; İkincisi, böylesi bir plastisite tarafından kolaylaştırılan singularization özgürlüğün eşdeğeridir.[117] Ansermet, şöyle söylediği zaman, “Özne onu taşıyan evrensele istisna olarak kalır,”[118] bu argümanın altını çizmektedir. Sonradan Magistretti’nin işbirliğiyle bu savı yineler, “birey onu taşıyan evrensele bir istisna teşkil ettiği için, biyolojik olarak belirlenmiş olması özgür olması olarak kabul edilebilir.”[119]

Bu otonomiyi tekillikle birleştirme eğilimi, Ansermet ve Magistretti’nin ilk kitaplarının iki farklı başlığında yansımaktadır: Fransızca orijinali, À chacun son cerveau (her bir kişinin kendi beynine sahip olması) ve İngilizce çevirisi, Biology of Freedom. Fransızca orijinal başlık bireylerin beyinlerinin indirgenemez tikelliğini vurgulamaktadır; bunun yerine konulan İngilizce başlık ise zaten Ansermet ve Magistretti’nin bu tikelliğin olmasının kendisini otonominin gerçekleşmesinin somutlaşması olarak saydıklarını anıştırmaktadır. Ve, gerçekten de, kitabın içeriği bu şüpheyi fazlasıyla doğrulamaktadır. Orada, nöroplastisite ile bireyleşmenin ve özgürlükle bireyleşmenin iki parçalı denklemi defalarca kez teyit edilir.[120]

Daha yakın zamanlarda, Ansermet ve Magistretti, 2008 yılında yapılan bir konferanstan 2010 yılında bir araya getirdikleri bir makale derlemesinde, idiosyncrasy’ye daha da büyük bir önem atfetmektedirler. Başlığı Neurosciences et psychanalyse olan bu derlemeye verdikleri alt başlık Une rencontre autour de la singularité’dir. Editorlerin giriş yazısının açılış paragrafının son cümlesinde, bu anlayışı sürdürürler, “nörobilimler ve psikanaliz tekilliğin oluşmasıyla ilgili inkarı imkansız bu soruyu/sorunu paylaşmaktadırlar.”[121] Aynı giriş yazısının sonlarına doğru, şöyle diyorlar:

Plastisite ve rekonsolidasyon tarafından ima edilen belirlenim yokluğu, belirlenim temeli üzerinde, başka şekilde olumsallığın etkisine açık hale gelemeyecek olanın buna açılmasıdır. Olumsallığa ve onun öngörülemez sonuçlarına açıklama getirmek güncel nörobilimlerin karşılaştıkları en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmektedir.[122]

Ansermet ve Magistretti şöyle devam ediyorlar:

Plastisite, rekonsolidasyon, olumsallığın etkisi: bunların tümü tekilliğin oluşumuna, eşsiz olanın yaratılmasına ve öngörülemez bir özne haline gelmeye katılmaktadır . . . Dolayısıyla nörobilimler ve psikanaliz, öznenin oyundaki rolünü sergilemesine izin veren bu süreksizliğin etrafında, onların cevaplarıyla içi dolarak, onu yaşayan varlığa sunan bu öngörülemezlik alanının içinde, her biri diğerini umulmadık bir şekilde tanıyor.[123]

Bu noktada, uzunca bir eşdeğerlikler zinciri kendisini açık ediyor: epigenetik eşittir plastisite eşittir olumsallık eşittir tekillik eşittir öngörülemezlik eşittir otonomi . . . Uzun lafın kısası burada Ansermet ve Magistretti otonom öznelliğin nöro-psikanalitik bir açıklaması biçimindeki bir “özgürlük biyolojisi” kurmayı baltalayan, zaten tek başına kendisi kaba bilimci belirlenimcilikle aynı olan bu şeye inanıyor gibi görünüyorlar (yani, mekanistik, indirgemeci ve/veya doğa bilimlerine eşlik ettiği kadar spesifik olarak yaşam bilimlerine de eşlik eden eliminatif materyalizmlere duyulan bir inanç).

Tam olarak, Ansermet ve Magistretti’nin geliştirdiklerini iddia ettikleri Freudcu-Lacancı psikanaliz ve güncel nörobiyolojinin kesişiminde yer alan öznel özgürlük kuramına ilişkin sakıncalı olan nedir? Bu iddiaların başına bela olan en temel felsefi problemin, bu dört başı mamur otonominin kesin olarak söylenirse salt bir olumsallık, tekillik ve/veya öngörülemezlik meselesinden daha fazlası olduğudur. Felsefe tarihini donatan çok sayıdaki açıklamada, öznelerin özgürlüğü basitçe idiosyncrasy ve/veya rastgelelikten ayrılan indeterminizmle eşanlamlı değildir. Yine de, Ansermet ve Magistretti bazen sanki böyleymiş gibi konuşurlar.[124] Bu, ontolojik pozisyonlar olarak nominalizm ve determinizm (özgürlüğün gerçekliğinin bir inkarı olarak) arasındaki sorunsuz bağdaşabilirlikle ilgilenerek kolaylıkla idrak edilemez; bir hiçlik dünyası kolaylıkla teyit edilebilir ama aynı zamanda, olumsal olarak bireyselleşmiş yegane hususlar olmakla beraber, şahsi otonom öznellik düzeni üzerinde herhangi bir şeyin varoluşu mütemadiyen reddedilmektedir. Ayrıca, modern bilimlerin el üstünde tutulan öngörücü gücünün yetersizliği epistemolojiden ziyade ontolojiye atfedilse de, -buna bilgi tarafındaki bir yetersizlik olarak öngörülemez biçimde muamele edilebilecekken, bunun yerine, varlık tarafındaki ve varlığın kendisindeki gerçek bir rastgeleliğin yansıması olarak muamele edilir-, bu zayıf ihtimal ya da keyfilik herhangi bir güçlü, manidar anlamda bir otonomi isnadı için yeterli değildir. Kabul edilmelidir ki, belirlenimci bir doğa resmini destekleyen mekanistik, indirgemeci ve eliminatif materyalizmleri baltalamak uygulanabilir bir yarı-doğalcı ve materyalist otonom özne teorisi için gerekli bir koşuldur (bu özel bağlam içinde, Lacancı bir nöro-psikanalitik özgürlük biyolojisi). Ama, sadece bu böyle bir teori için gerekli koşuldur ancak yeterli değildir.

Daha fazla eleştirel ayrıntının içine girmek için, birbiriyle ilişkili epigenetik ve nöroplastisite konuları üzerine odaklanmaya başlamak istiyorum. Bu ilişkili biyolojik olgularla ilgili Ansermet ve Magistretti’nin sunumları doğru ve kavrayışlıdır. Epigenetik aslında genetik indeterminizmi açığa vurması sıfatıyla yetiştirilme vasıtasıyla yeniden-şebekelenme için doğanın şebekelendiğini gösterir.[125] Ve, insan merkezi sinir sisteminin nöroplastisitesi, -bu endojen biyolojik bedenin biyolojiden-fazlası-olan eksojen etkiler aracılığıyla de-natüralize edilmesinin en temel kanallarından birisidir-, epigenetik yeniden-programlama için genetik ön-programlamadan dolayı böylesi bir indeterminizmin vücut bulmasında çok derin bir önemdedir. Yukarıda belirtildiği üzere, insanların erken dönemindeki uzamış olgunlaşma-öncesi çaresizlik periyoduyla ilgili ilave biyolojik olgu (Freud ve Lacan için mühim bir doğal gerçeklik) rahim dışında meydana gelen beyin gelişiminin önemli bölümleri üzerinde bir sonuca sahiptir. Yani, beynin nöral ağlarının çoğu, in utero (rahim içi) dönemde sadece içkin kodlarla ve yönergelerle belirlenerek donup kalmanın yerine, bebeklik ve çocukluk çağı boyunca çok-biçimli şekilde ve dışsal aracılığın doğal-olmayan (non-natural) matrisleri sayesinde öğrenilen deneyimlerle oluşturulur ve bir araya getirilir (örneğin, Freudcu aile, Lacancı Simgesel büyük Öteki ve kültürel, ekonomik, kurumsal, entelektüel, dilsel, normatif, politik, toplumsal, vb. boyutların üst üste binen bir çokluğu). İnsan Hilflosigkeit’ının beraberinde getirdiği fiziksel güçsüzlük ve koordinasyonsuzluğun bir araya gelmesi insan beyninin dikte edilmiş genetik prematürasyonuna neden olur, matürasyonun çoğu doğumu takiben epigenetiğin dikte ettiği yerden başlar, bu insan doğasının doğal olarak de-natüralizasyona yazgılı olması anlamına gelir.[126]

Önceki paragraftaki her şeyle ilgili, Ansermet ve Magistretti ile tam bir uzlaşı içindeyim. Yine de bir süreliğine şeytanın avukatlığını yaparak, nasıl bir kişinin hakikaten otonom öznelerin gerçekte varolduklarını dışlayan inatçı determinizm duruşundan vazgeçmeksizin epigenetik ve nöroplastisite yanlısı bütün bu noktalara katılabileceğini göstereceğim. Bunu göstermenin bir yolu bireyoluş (ontogeny) ve türoluş/soyoluş (phylogeny) arasındaki ayrıma ve Lacan’ın öğretisine gönderme yapmaktan geçmektedir. Freud’un bu ayrım üzerine olan aralıklı güveninden kopmak için, Lacan, filogenetik spekülasyonlara müracaat etmeyi mütemadiyen ve kategorik olarak yasaklar. Lacan’ın gözünde, insan-olmayan hayvanlıktan insanlığın evrimsel doğuşu ve bir tarih-öncesinden, dilsel-olmayan bir sessizlikten dilin yaratılışı hakkındaki tefekkürler, en azından, epistemolojik olarak sınırların dışındadır.[127] Hem metapsikolojik teoride hem de klinik pratikte, Lacancı psikanaliz kendisini muhtemelen sadece ontogenetik özne oluşumunun belli yönlerini dikkate alarak sınırlar.

Ansermet ve Magistretti, post-Darwinci bir yaşam bilimleri tarzı genetiğe duydukları güvene rağmen, Lacancılığa sadakatlerine uygun olarak evrim ve türoluş hakkında zımnen sessiz kalırlar. Azimli bir determinist, tabiri caizse, rahatlıkla bu kaçınmadan yararlanabilirdi. Örneğin, eğer, belirli bir evrimsel dünya görüşünün pek çok partizanına göre, dil, kültür ve benzerleri doğal bir tarihin seleksiyon mekanizmalarının doğal bir sonucudur, ayrıca plastik beynin epigenetik modifikasyonları da ikinci-dereceden doğal bir determinizmin ifadelerinden başka bir şey değildir, gerçekte asla denaturalize olmayan insanlığın salt epifenomenleridir. Bu indirgemeci doğalcı determinizmi sağa sola savuran böylesi hasımlarla mücadele etmek için In order to combat such opponents brandishing a reductive naturalistic determinism with more than just unconvincing foot stamping and fist banging—even less convincingly, Lacan permits himself to describe the advent of the symbolic order as the entrance of the “Holy Spirit” into the world[128]—Lacanianism has to defy Lacan’s ban on phylogenetic investigations, especially if it is invested in cross-breeding psychoanalysis and neurobiology.[129] Lacancılar kendilerini, Darwin’in adına dayanan bu çok önemli devrimi tanımaya taşımak zorundadırlar, bunu yaparak, evrimsel teorinin çıkarımlarıyla ciddi biçimde hesaplaşmaya başlayabilirler. Bunu yapmaktaki başarısızlıkla eş zamanlı olarak yaşam bilimlerine kur yaparak, Ansermet Magistretti, kaba evrimsel psikolojilerin savunucuları olan deterministlere kapıyı sonuna kadar açık bırakırlar.

Açık olmak gerekirse, aynı Lacan, Ansermet ve Magistretti gibi, evrimsel psikologlar ve onlara benzeyenler tarafından vaazedilen pan-natüralizmlerin bilimci bayağılıklarına tamamen antipati duyuyorum. Ayrıca bu ideologların non-diyalektik materyalizmlerini entelektüel olarak iflas etmiş addediyorum. Bununla birlikte, bu sahte-bilimsel hasımların aldatıcı iddialarının sahip olduğu bilim-içi itibarın ikna edici olmamasında belli belirsiz seçilen farklı türlerde entelektüel iflaslar var: idealist dogmatizmler, öznel idealizmler ve/veya materyalizmin ve bilimlerin reaktif redleri. Lacan’ın yanı sıra Ansermet ve Magistretti’de alenen bağlı odukları materyalist bir bakış açısını modern bilime borçludurlar.[130] Ama, Darwin-olayı’na ve onun sayısız sonucuna cevaben mühürlü dudaklar ya da keskin bir dil aracılığıyla ciddi biçimde gizliliği ifşa edilmiş veya tamamiyle ihanete uğramış böylesi bir taahhütü koruyorum. Bana rehberlik eden kanaat, doğa tarihini ve bununla birlikte insanlık tarihinin durumunu kuşatan evrimsel bir düşünüşün türoluşsal düşüncelerini içeren           yaşam bilimlerinin (by-pass etmektense) içinden geçen, bilimci ideolojilerin bayağı materyalist inançlarının ötesindeki yegane dogmatik-olmayan ve idealist-olmayan rotadır; bu rota başka arkaplan kaynaklarının yanı sıra, Hegel’in izinde Marx ve Engels tarafından kurulan tarihsel ve diyalektik materyalizmden beslenmektedir.[131] Bir özgürlük biyolojisine öncülük edecek olan Lacancı nöro-psikanaliz hem ontogenetik hem de filogenetik düzeyler üzerindeki biyolojici determinizmlere karşı deneysel ve felsefi olarak titiz argümanlara mutlaka sahip olmalıdır. Bu sadece, Ansermet ve Magistretti’nin yaptığı gibi, öznelliğin ontogenetik taslakları için otonominin idiosyncrasy, belir(lenim)sizlik ve öngörülemezliğe savunulamaz bir eşitlenmesine bel bağlamakla yapılmaz –onların filogenetik meseleleri ihmali burada kendi konumlarını daha çok zayıflatmaktadır.

Natüralist determinizmlerin evrimsel ve/veya genetik belirleyicilere başvurarak ortaya koydukları itirazların görmezden gelinmesine ilaveten, Ansermet ve Magistretti, sosyo-kültürel determinizmlerin savunucularının ortaya atabileceği olası eleştirileride gözden kaçırmaktadırlar. Onlar, eğer doğa bilimlerinin açıklayıcı yargısının kapsamına giren biyo-materyaliteye indirgenemez, biyolojiden-fazla-olan aracılar sayesinde, biyolojik bedenden ortaya çıkan psikanalitik metapsikolojinin öznesi bilimsel olarak gösterilebilirse, o zaman bu öznenin sadece gerçek değil özgür olduğununda kanıtlanmış olacağını görünüşte sorgusuz sualsiz kabul etmektedirler. Başka bir deyişle, Ansermet ve Magistretti doğal-olmayan yapılar ve fenomenler tarafından kurulan öznenin basitçe otonom olduğunu varsaymaktadırlar. Dolayısıyla, bu da, sanki bütün deterministler natüralistmiş gibi, determinizm ve natüralizm arasında varsayılan bir eşanlamlılığa işaret etmektedir.

Sosyo-tarihsel inşacıların çeşitli türleri, doğal-olmayan aracılara (otonomizasyon biçiminde bir öznelleştirmeden ziyade) heteronomizasyon olarak tabiyet anlamında, yaşayan bedenin evrimsel-genetik olarak programlanan öznesinin hükümsüz kılındığı (bazı Lacancılar buna “overwriting” diyebilirler) cevabını kolayca yapıştıracaklardır. Böylece insan organizması dışsal disiplin, eğitim, normalizasyon ve vb. rejimlerinin otoritesinin kontrolü altına yerleştirilir. Natüralist-olmayan determinizmlerin bu türdeki temsilcileri sadece içeriksiz sahte-Marksistleri içermez, bunların yanında Nietzscheci ve Foucaultcu tarihsel anlatılara düşkün olanlarda vardır -Freud’un ve Lacan’ın görüşlerinin çeşitli sözde taraftarları sıklıkla ontogenetik özne oluşumunu aile romansları ve büyük Ötekilerin gösterenleri tarafından genç-özne-olan’ın işaretlendiği ve tasarlandığı bir süreç olarak resmederler. Ayrıca, psikanalize sempati duyan kişilerin çoğu bilinçdışında ve/veya (insan varlıklarının cahil kuklalar ve perdenin arkasındaki ruh-içi savunma mekanizmaların belirginleştirdiği öznel-olmayan şemaların oyuncağı olarak resmedildiği) idde bir belirlenim olduğuna inanma eğilimindedir. Bununla birlikte Freudcu-Lacancı analizin, açıkça ve esastan açıkça hatalı olduğu yorumunda bulunduğu bu deterministik iddialara karşı,[132] -Ansermet ve Magistretti’nin savunmak zorunda hissetmeksizin sessizce bunu varsaydıklarından kuvvetle şüphe ediyorum-, Ansermet ve Magistretti’nin metinlerinin bir çeşit teorik aygıt olarak kurmak istedikleri bu türdeki bir natüralist-olmayan determinizmin zorunlu olduğunu hesaba katıyorum.

Ansermet ve Magistretti tarafından ortadan kaldırılmamış, geride kalan başka bir determinist pürüz plasitisite aracılığıyla beyin ve deneyim arasındaki ileri-geri etkilerin iki-yönlü diyalektiğiyle ilgilidir. Ansermet ve Magistretti’nin önerilerinde nöro-psikanalitik öznellik hakkındaki bu ortak-oluşturucu döngü merkezidir. Dahası, önceden de belirtildiği gibi, onlar nöroplastisitenin gerçek diyalektiğiyle tam, daha güçlü anlamlardaki özgürlüğü eşitlemeye eğilimlerini aceleyle açık ederler. Ama, beyin ve deneyim arasındaki salınım hareketleri mükemmel olarak dengeli olsa bile –göz önünde bulundurulan burada iş başında olan maddenin ve maddeden-fazla-olan yapıların karmaşıklığı ve dinamikleridir, eşitsizlik örneklerin büyük çoğunluğunda çok daha olası görünmektedir- şöyle sorular sorulabilir: İşleri başlatan bu diyalektik neyle başlamaktadır? Merkezi sinir sistemi bu sürecin “itici gücü” olarak kalır mı? O hala (klasik bir Marksist cümlenin ifade ettiği üzere) “son kertede belirleyici”midir? Eğer deneyim nihayetinde beynin ikincil bir salgısı ise, o zaman nöroplastisite tarafından mümkün kılınan döngünün tümüyle insan doğasının evrim ve genetik tarafından ortaya konulan (en azından her şey söylenip tamamlandıktan sonra ve “son kertede”) maddi temelince belirlenen bir auto-affection kapalı döngüsü olduğunu tahayyül etmek kolaylaşmaktadır. Anglo-Amerikan Analitik zihin felsefesi ve kognitif bilimin ortak diline çevrildiğinde, Ansermet ve Magistretti’nin, içinde maddeden-fazla-olan öznelliğin (“deneyim” ile özdeşleştirdikleri) hem kendi maddi temelleri (bu bağlamda özel olarak beyin) karşısında benlik ilintili, epifenomenal olmayan bir bağımsızlık kazandığı, hem de bu temeller üzerine “yukardan aşağıya nedensellik” gücüne sahip olduğu bir “güçlü tezahürcülük” (“strong emergentism”) ontolojisini yetkinleştirip savunmaları gerekecek. Ve, yukarıda tartıştığımız gibi, Ansermet ve Magistretti’nin çalışması için gerekli olan ama bulunmayan felsefi çerçeve filogenetik düzeyin yanı sıra ontogenetik düzeyde de ayrıntılı hale gelmek zorunda kalacaktır.

Bir an için geriye çekilip önceki konuların yer aldığı daha geniş bir felsefi manzarayı gözden geçirelim, burada söz konusu olan görece yakın zamanlı Analitik zihin felsefesine başka bir göndermeyle ilgilidir. 1997 yılında yayınlanan The Conscious Mind: In Search of a Fundamental Theory adlı kitabında, David Chalmers, madde ve bilinç arasındaki muammalı ilişkiyi meşhur “zor sorun” (“the hard problem”)[133] ifadesi ile nitelendirir. Ego’dan farklı olarak özne kavramıyla birlikte, Lacancılık tek başına bir bilinçli deneyim fenomenine indirgenemez olan (bilinçdışı) “bilme yetisi”nin (sapience)* yapılarının öneminin vurgulanmasına dayanır. Bu nedenle, Ansermet ve Magistretti’nin yanı sıra, ben de sadece bilinçli “hissetme yetisi”nin (sentience)* deneyimsel qualia’sından daha fazlasıyla ilgileniyorum. Bununla birlikte, eğer Chalmers’ın zor sorunu bilme yetisinin doğuşunun gizemine ilaveten hissetme yetisini de içerecek şekilde genişletilecekse şayet –bunu söylemenin başka bir yolu bu ikisinin (birbiriyle ilişkili) zor sorunlar olduklarını söylemektir- göstermelik herhangi bir “özgürlük biyolojisi” bile bu sorunlarla yüzleşmekten ya da bunları derinlemesine çalışmaktan makul bir biçimde kaçınamaz. Ansermet ve Magistretti, bu zorlukları tatmin edici biçimde ele almadıkları için onlarla henüz doğrudan yüzleşmediklerini iddia ediyorum. Onlar bunu yapmadıkları sürece, nöro-psikanalitik bir otonom öznellik teorisini şekillendiren iddiaları felsefi olarak şüpheli kalmaya devam edecektir.

Platon’dan günümüze kadar, filozofların ezici bir çoğunluğu özgürlüğün basitçe kişinin istediğini yapması fikri olduğunu reddetmektedirler (Aristocu erdem etiği ve Kantcı deontolojik etik bunun dışındadır, hatta Aristo’yu izleyen John Stuart Mill gibi bir faydacı bile özgürlük ve her ne türden olursa olsun hedonistik mutluluğun peşinden gitmek arasındaki eşitliği koşulsuz tasdik etmeyi reddeder[134]). Bir dizi mecburi nedenden dolayı, insan otonomisi sadece arzuların buyruğuyla davranmak, değişen itkiler ve kışkırtmalar yığınıyla otomatik olarak eyleme geçmek olamaz. Ancak, önceki iddialarım ışığında tek sorun Ansermet ve Magistretti’nin öznel özgürlüğü denatüralize dürtülerle eşitlemeleri değildir -—their insufficiently nuanced identification of Trieb-beyond-Instinkt with being free sounds as though it makes the mistake of allowing for the conflation of autonomy proper with wanton hedonism (bu son sıfatla, Harry Frankfurt’un 1971 yılında yayınlanan ufuk açıcı “Freedom of the Will and the Concept of a Person”[135] makalesini bilerek kastediyorum). They owe readers a finer-grained model of the rapport between drive and subject in which the gesture of this conflation is thwarted and replaced with a more philosophically and psychoanalytically satisfactory theory of driven-yet-autonomous subjectivity.

Ansermet ve Magistretti, nörobiyoloji ve Freudcu-Lacancı psikanalizin kesişimindeki henüz çok az bilinen toprakları kavrayışlı biçimde keşfetmeye devam etmelerinden ve gözüpekliklerinden dolayı çok büyük bir itibarı hakediyorlar. Daha spesifik olarak, onların özgür öznelerin biyolojik olarak bir açıklaması için gerekli birtakım koşulları izah ederek önemli bir gelişmeyi gerçekleştirdiklerini kolaylıkla onaylıyorum. Ancak, Ansermet ve Magistretti’nin bu konulardaki katkılarının pek çok seçkin erdemine karşın, onların otonominin tam tekmil bir nöro-psikanalizine yönelik çabalarını iki temel açıdan yetersiz buluyorum: İlk olarak, Ansermet ve Magistretti, öznel özgürlük için gerekli olan diğer koşullardan ayrı olarak bir tanesine değiniyorlar, bu Lacancı nöro-psikanalitik çift tarafından kavranan insan organizmalarının spesifik özelliklerinin altında yatan genel ontolojik bir türün koşullarıdır; İkincisi ise gerekli ama yeterli olmayan koşullardır, aslında gerçekte-varolan bir kendiliğinden otonomi teorisini teslim etmelerine karşın, Ansermet ve Magistretti, katı determinizmin belki de hüküm sürmediği belirli değişkenlerin tam yerini tespit ettikleri anlamına geliyor.

Bu noktada bir sonuca doğru ilerlerken, sadece Ansermet ve Magistretti’nin hala materyalist kalan, indirgemeci olmayan, detanüralize bir self-determining öznellik açıklamasını bütünleştirme çabalarında eksik olan spesifik bileşenlere geçmeliyim. 2008 yılında yayınlanan kitabım Žižek’s Ontology: A Transcendental Materialist Theory of Subjectivity[136] ile başlayan ve halen süregiden bir “transcendental materialism” inşa etme çabalarımın ve üzerinde çalışmaya devam ettiğim bir üçlemede (Prolegomena to Any Future Materialism) adamakıllı peşinden gittiğim şeylerin, Ansermet ve Magistretti’nin ihtiyaç duyduklarının çoğunu tedarik ettiği söylenebilir. Peki, bu ikili tarafından ele alınmayan öznel otonominin gerekli diğer koşulları nelerdir? Ansermet, Magistretti ve benim, fiziksel madde ve doğal bilimlerle ittifak içine girmeye uygun bir materyalizm için ontolojik olarak aksiyomatik olan varlığın sıfır-noktası arasında bir denklik olduğu yönündeki temel kanaati paylaştığımızdan şüphe duyuyorum. Öznelerin varlığının fizik ve biyolojinin gerekli koşulları açıklarken sunmak zorunda oldukları iki-kademeli bir liste tarafından kapsanan alanlara indirgenemez olduğunu teyit etmeye devam eden bu çizgideki herhangi bir materyalist şunları söylerdi: birincisi, böyle bir yaşamın ve bundan hissetme yetisinin ortaya çıkmasının olası olması için fiziksel evren nasıl düzenlenir; ikincisi ise, böylesi bir bilme yetisinin ve otonominin ortaya çıkması ve yaşam ve madde üzerinde geriye doğru güçleri olan self-relating bağımsızlığın başarılmasının olası olmasında yaşayan organizmaların krallığı nasıl işlemektedir. Özgür insan varlıkları için bu gerekli koşulları birer birer sayması esnasında, materyalist bir ontoloji hemen hemen kesinlikle farklı türlerdeki nedensellikler arasındaki ilişkileri ve pek çok bilimin bağlayıcılığıyla (ya da bunun yokluğuyla) alakalı sorunları ve çelişkileri tekrar ele almaya zorlanacaktır. Vazgeçilmez olsa da, daha da soyut bir felsefi düzendeki, süreklilikler ve süreksizlikler, birlik ve çoğulluk, parçalar ve bütünler ve benzeri zamansız sorunlar arasındaki ayrımlar ve diyalektik “özgürlük biyolojisi”nin formülasyonu için verilen çabaların seyri üzerinde rol oynayacaktır.[137]

Ayrıca, Ansermet ve Magistretti’nin düşüncelerinde bulunmayan yeterli koşullar nelerdir? Kısa olması adına, buradaki değerlendirmelerimi benim ve bu iki yazarın ortaklaştığı Lacancılıktaki sözkonusu “gösterenin öznelliği” türündeki bilme yetisine sınırlayacağım. Doğal bilimlerle çerçevelenmiş bir materyalizm için, evrimsel teoriyle uyumlu biçimde -bu uyumluluğa, doğal evrimin alanından kurtulmaya başlayan mefhumların ve süreçlerin doğuşunun evrimsel-teorik bir haritalanması aracılığıyla, ulaşılabilir- dillerin doğuşunun filogenetik bir açıklamasına mutlak surette ontogenetik dil ediniminin Lacancı anlatıları eklenmek zorundadır. (Ayrıca bu açıklamanın tarihsel ve diyalektik materyalizm geleneğinden yararlanılarak oluşturulmuş olan, geç dönem Lukács’da daha ayrıntılı ve tam bir versiyonu bulunan “toplumsal varlığın ontolojisi” gibi, önemli katkıları içermek zorunda olduğuna da inanıyorum. Ayrıca, bir taraftan, spesifik sözdizimi (syntax) ve semantik özellikler arasındaki ilişkinin bir değerlendirmesi zorunlu iken, diğer taraftan, zihinli öznelerin bilinç ve bilinçdışları tarafından sergilenen düşünümsel ve yinelemeli (recursive) yeteneklerin değerlendirilmesi zorunludur. Bunlar sağlam bir otonomi/özerklik materyalizmi için yeterli (gerekliye ilaveten) koşulları bütünüyle ifade edebilmekte gerekecek bileşenlerin sadece birkaçıdır. Görüldüğü gibi, bu, diğer bilgi grupları arasında Kıta felsefesinin ve Analitik felsefenin pek çok dalının, Freudcu-Lacancı psikanalizin, nörobilimin çok sayıda alanının, dilbilimin ve Marksizmin kaynaklarını harekete geçirmek için yapılmış çok geniş bir disiplinlerarası çağrıdır.[138]

Eric Kandel, hafıza biyolojisinin yanı sıra başka alanlarda da yaptığı keşifler için Fizyoloji ya da Tıp alanında verilen Nobel Ödülü’nü kabul ettiği 2000 yılındaki konuşmasında, yirmi birinci yüzyılın en önemli entelektüel görevlerinden birinin psikanaliz ve nörobiyoloji arasında bir sentezi başarmak olacağını vurgulamıştır.[139] “Psikanalizin yirmi birinci yüzyıla girerken etkisinin azaldığını” gözlemleyerek, bu durumdan yakınır, “Psikanaliz hala zihne ilişkin en tutarlı ve entelektüel olarak en tatmin edici bakışı temsil ettiği için, bu düşüş üzücüdür.”[140] Analizin zayıflamasının bu üzücü ironisine çok az bilim adamı ya da analist (Ansermet, Magistretti, Solms ve Kandel gibi kayda değer istisnalar hariç) tarafından bilinen, Freudcu ve Lacancı öğretileri büyük oranda tamamlayan ve doğruluğunu kanıtlayan, biyolojik araştırma programlarının artışı karşılık gelmektedir. Akademik dünyanın içindeki ve dışındaki çok sayıda kişi yaşam bilimlerindeki bu ilerlemeleri, öyle ya da böyle, Freud ve Lacan’a yönelik bir tehdit olarak görmektedir. Hakikat muhtemelen tam tersidir: Freud’un ve Lacan’ın, gelecekteki büyük analitik yapıyı destekleyecek olan biyolojik beklentileri hızla karşılanmaktadır.[141] Eğer yirmi birinci yüzyıl Kandel ve ona benzer düşünen kişilerin umutlarını karşılayacaksa, bunun yeni bir anorganik paradigmanın, üzeri-çizili bedensel-Gerçeğin ve parçalı beynin yüzyılı olması gerekeceğini ileri sürerek kapanışı yapıyorum –yani, benim kapsamlı bir biçimde “güçsüz doğa” diye belirttiğim şeyin yüzyılı.[142]

                                                       İngilizce orijinalinden çeviren: Özgür Öğütcen

* ”Subvert,” “subverting” ve “subversion” kelimeleri Lacancı psikanalizde, feminizmde ve queer kuramda sık olarak kullanılmaktadır. Hatta, Lacan’ın, içinde “subversion” kelimesinin geçtiği, The subversion of the subject and the dialectic of desire in the Freudian unconscious” adlı bir semineri bile var. Yine feminist ve queer literatürde de bu terim bir şeyin yıkılması, alt üst edilmesi, alaşağı olması anlamlarının yanında, aslında bu ilk durumun kendi içinde (potansiyel olarak) ikinci durumu barındırması anlamına da geliyor; dolayısıyla bu bir nevi Hegelci Aufhebung’a da benziyor. Sonuçta oluşan ise genelde en baştakinin olumlu sıfatlarla ifade edilebilecek bir versiyonu oluyor; yani merkezi sinir sisteminin alaşağı edilmesi demek, onun büsbütün yıkılıp yokolması demek değil, bu, parçalılığı içinde bazı işlevlerinin kendi içlerinden amaçlanmayan yenilerini çıkarması anlamına geliyor. Versiyon kelimesinin önündeki “sub-“ ekinden sonra tire koyup yazınca, bu potansiyel çoğulluk ve içkin farklılaşma daha anlaşılır hale gelebilir: sub-version. Saydığımız bu geniş bağlam göz önüne alındığında, Türkçe çevirilerde yaşanan güçlüğü aşmak için “self-subverting”in karşılığı olarak “kendini-alaşağı eden” karşılığını öneriyoruz. Ama tabii ki bu sadece bir öneri. [ç.n.]

[1] Joseph LeDoux, Synaptic Self: How Our Brains Become Who We Are, New York: Penguin Books, 2002, pg. 31

[2] Joseph LeDoux, The Emotional Brain: The Mysterious Underpinnings of Emotional Life, New York: Simon and Schuster, 1996, s. 105.

Adrian Johnston, “The Misfeeling of What Happens: Slavoj Žižek, Antonio Damasio, and a Materialist Account of Affects,” Subjectivity, cilt 3, no. 1, April 2010, özel sayı: “Žižek and Political Subjectivity” [haz. Derek Hook ve Calum Neill], s. 89-91.

Adrian Johnston, “Misfelt Feelings: Unconscious Affect Between Psychoanalysis, Neuroscience, and Philosophy,” Adrian Johnston ve Catherine Malabou, Self and Emotional Life: Merging Philosophy, Psychoanalysis, and Neurobiology içinde, New York: Columbia University Press, 2013.

[3] Adrian Johnston, Žižeks Ontology: A Transcendental Materialist Theory of Subjectivity, Evanston: Northwestern University Press, 2008, s. 170-171.

[4] Adrian Johnston, “Reflections of a Rotten Nature: Hegel, Lacan, and Material Negativity,” Filozofski Vestnik, 2013, özel sayı: “Science and Thought” [haz. Frank Ruda].

[5] Jacques Monod, Chance and Necessity: An Essay on the Natural Philosophy of Modern Biology [çev. Austryn Wainhouse], New York: Alfred A. Knopf, 1971, s. 96-98, 112-113, 116-117, 145-146. (Türkçesi: Rastlantı ve Zorunluluk: Modern Biyolojinin Doğa Felsefesi, çev. E. Moreau, İstanbul: Alfa, 2012.)

[6] Keith E. Stanovich, The Robot’s Rebellion: Finding Meaning in the Age of Darwin, Chicago: University of Chicago Press, 2004, s. 53.

[7] Stanovich, The Robot’s Rebellion, s. xii, 12-13, 15-16, 20-22, 25, 28, 53, 60, 66-67, 82-84, 122, 142, 186-187, 247.

Adrian Johnston, “The Weakness of Nature: Hegel, Freud, Lacan, and Negativity Materialized,” Hegel and the Infinite: Religion, Politics, and Dialectic [haz. Slavoj Žižek, Clayton Crockett ve Creston Davis], New York: Columbia University Press, 2011, s. 168-169.

[8] Humberto R. Maturana and Francisco J. Varela, The Tree of Knowledge: The Biological Roots of Human Understanding, Boston: New Science Library, 1987, s. 115, 117.

Francisco J. Varela, Evan Thompson, and Eleanor Rosch, The Embodied Mind: Cognitive Science and Human Experience, Cambridge: MIT Press, 1991, s. 195-196, 205.

Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 162-163.

[9] David J. Linden, The Accidental Mind: How Brain Evolution Has Given Us Love, Memory, Dreams, and God, Cambridge: Harvard University Press, 2007, s. 2-3, 5-7, 21-24, 26, 235-246.

Gary Marcus, Kludge: The Haphazard Evolution of the Human Mind, New York: Houghton Mifflin Harcourt Publishing Company, 2008, s. 6-16, 161-163.

Johnston, “The Misfeeling of What Happens,” s. 90.

Johnston, “Misfelt Feelings.”

[10] Jacques Lacan, “The Mirror Stage as Formative of the I Function as Revealed in Psychoanalytic Experience,” Écrits: The First Complete Edition in English [çev. Bruce Fink], New York: W.W. Norton and Company, 2006, s. 78.

Jacques Lacan, “Some Reflections on the Ego,” International Journal of Psycho-Analysis, no. 34, 1953, s. 14.

Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 163-170.

[11] Freud, SE 1: 318.

Freud, SE 20: 154-155, 167.

Freud, SE 21: 17-19, 30.

Jacques Lacan, “Les complexes familiaux dans la formation de l’individu: Essai d’analyse d’une fonction en psychologie,” Autres écrits [haz. Jacques-Alain Miller], Paris: Éditions du Seuil, 2001, s. 33-35.

Lacan, “The Mirror Stage as Formative of the I Function as Revealed in Psychoanalytic Experience,” s. 76, 78.

Jacques Lacan, “Aggressiveness in Psychoanalysis,” Écrits, s. 92.

Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre VI: Le désir et son interprétation, 1958-1959 [yayınlanmamış müsvedde], 12 Kasım 1958 tarihli oturum.

Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre VIII: Le transfert, 1960-1961 [haz. Jacques-Alain Miller], Paris: Éditions du Seuil, 2001 [düzeltilmiş ikinci basım], s. 427.

* Lacan’ın corps morcelé kavramını, “parçalanmış beden” yerine “parçalı beden” olarak karşılamayı öneriyoruz: çünkü “parçalanmış beden” denildiğinde sanki bu önceden varolan bir bütünlüğün elden çıkması gibi anlaşılabiliyor, oysa Johnston’un da belirttiği gibi, Lacan için başlangıçta böylesi bir primordiyal “bütünlük” yoktur, bu sadece Simgesel’i değil İmgesel’i de önceleyen bir sıfır noktasıdır. Dolayısıyla, Johnston’un “brain-in-pieces” (cerveau morcelé, Fr.) terimi için “parçalı beyin” karşılığını kullanıyoruz. [ç.n.]

[12] Lacan, “Les complexes familiaux dans la formation de l’individu,” s. 41-42.

Lacan, “Some Reflections on the Ego,” s. 13, 15.

Lacan, “On My Antecedents,” Écrits, s. 55.

Lacan, “The Mirror Stage as Formative of the I Function as Revealed in Psychoanalytic Experience,” s. 78.

Lacan, “Aggressiveness in Psychoanalysis,” s. 92.

Jacques Lacan, “On a Question Prior to Any Possible Treatment of Psychosis,” Écrits, s. 461.

Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre VI, 7 Ocak 1959’daki oturum.

[13] Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 163-164.

[14] Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan, Book I: Freud’s Papers on Technique, 1953-1954 [haz. Jacques-Alain Miller; çev. John Forrester], New York: W.W. Norton and Company, 1988, s. 147.

[15] Lacan, “Some Reflections on the Ego,” s. 15.

[16] Lacan, “Aggressiveness in Psychoanalysis,” s. 92.

[17] Lacan, “Aggressiveness in Psychoanalysis,” s. 94.

[18] Lacan, “Aggressiveness in Psychoanalysis,” s. 94.

[19] Jacques Lacan, “The Freudian Thing, or the Meaning of the Return to Freud in Psychoanalysis,” Écrits, s. 346.

[20] Lacan, “The Freudian Thing, or the Meaning of the Return to Freud in Psychoanalysis,” s. 346.

[21] Jacques Lacan, “Remarks on Daniel Lagache’s Presentation: ‘Psychoanalysis and Personality Structure,’” Écrits, s. 545.

[22] Lacan, “Remarks on Daniel Lagache’s Presentation: ‘Psychoanalysis and Personality Structure,’” s. 545.

[23] Lacan, “The Mirror Stage as Formative of the I Function as Revealed in Psychoanalytic Experience,” s. 78.

* Johnston burada bir kelime oyunu yapıyor: bedensel diye çevrilebilecek “corporeal” kelimesini “corpo” ve “Real” diye bölerek, Lacancı Gerçek’e (Real) göndermede bulunuyor. [ç.n.]

[24] Lacan, “The Mirror Stage as Formative of the I Function as Revealed in Psychoanalytic Experience,” s. 76.

[25] Lacan, “Remarks on Daniel Lagache’s Presentation: ‘Psychoanalysis and Personality Structure,’” s. 545.

Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre VIII, s. 410.

Adrian Johnston, Time Driven: Metapsychology and the Splitting of the Drive, Evanston: Northwestern University Press, 2005, s. xxxvi-xxxviii, 294-298.

Johnston, Žižek’s Ontology, s. 212-213.

[26] Lacan, “Some Reflections on the Ego,” s. 13.

Lacan, “Aggressiveness in Psychoanalysis,” s. 92.

[27] Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 164-165.

Johnston, “Reflections of a Rotten Nature.”

[28] Lacan, “The Mirror Stage as Formative of the I Function as Revealed in Psychoanalytic Experience,” s. 78.

* Transitivism, çocuklarda sıklıkla gözlemlenen özel bir tür özdeşleşme biçimi için Charlotte Buhler tarafından önerilen psikanalitik bir kavramdır. Transitivismde, ötekilerle sanki bizim imgemizi aynalıyorlarmış gibi özdeşleşiriz. Lacan’ın “ayna evresi” dediği işlevle bu tersine çevirme ilişkilidir. O, transitivismin, imgesel özdeşleşmenin bir parçası olan ben ve öteki arasındaki kafa karışıklığını örneklediğini ileri sürmektedir. [ç.n.]

[29] Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 164-170.

Giacomo Rizzolatti and Corrado Sinigaglia, Mirrors in the Brain: How Our Minds Share Actions and Emotions [çev. Frances Anderson], Oxford: Oxford University Press, 2008, s. xi-xii.

[30] Adrian Johnston, “Repeating Engels: Renewing the Cause of the Materialist Wager for the Twenty-First Century,” Theory @ Buffalo, no. 15, 2011, özel sayı: “animal.machine.sovereign,” s. 141-148.

[31] Johnston, “The Misfeeling of What Happens,” s. 89-90.

Johnston, “Misfelt Feelings.”

[32] Jean-Pierre Changeux, The Physiology of Truth: Neuroscience and Human Knowledge [çev. M.B. DeBevoise], Cambridge: Harvard University Press, 2004, s. 189, 208-209.

[33] Johnston, “The Misfeeling of What Happens,” s. 90.

[34] Antonio Damasio, Descartes’ Error: Emotion, Reason, and the Human Brain, New York: Avon, 1994, s. 185. (Türkçesi: Descartes’ın Yanılgısı, çev. B. Atlamaz, İstanbul: Varlık, 2006).

[35] Antonio Damasio, The Feeling of What Happens: Body and Emotion in the Making of Consciousness, New York: Harcourt, 1999, s. 331.

[36] Jean-Pierre Changeux, Du vrai, du beau, du bien: Une nouvelle approche neuronale, Paris: Odile Jacob, 2008, s. 78.

[37] Johnston, “Misfelt Feelings”.

* Jakob Johann von Uexküll (8 September 1864 – 25 July 1944), Lacan’ın ayna evresini tartışırken atıf yaptığı, en önemli katkılarından birisi, Heidegger tarafından da kullanılan, Umwelt kavramı olan Alman biyologdur. Basitçe ifade edecek olursak, Umvelt, bir organizmanın içinde varolduğu ve bir özne olarak eylediği algısal dünya olarak tanımlanabilir. Almanca’da Innenwelt “iç dünya” anlamına gelir; Lacan’ın kullanımında bu kavram, Umwelt (“çevre”) ile karşıtlık içindedir; Innenwelt, ayna evresinde şekillenen “ben”e eşlik eden zihinsel “içkinlik” deneyimini ifade eder. [ç.n.]

[38] Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre X: L’angoisse, 1962-1963 [haz. Jacques-Alain Miller], Paris: Éditions du Seuil, 2004, s. 253-254.

Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre XII: Problèmes cruciaux pour la psychanalyse, 1964-1965 [yayınlanmamış müsvedde], 10 Mart 1965 tarihli oturum.

Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre XIV: La logique du fantasme, 1966-1967 [yayınlanmamış müsvedde], 7 Haziran 1967 tarihli oturum.

Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan, Book XX: Encore, 1972-1973 [haz. Jacques-Alain Miller; çev. Bruce Fink], New York: W.W. Norton and Company, 1998, s. 109-110.

Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre XXI: Les non-dupes errent, 1973-1974 [yayınlanmamış müsvedde], 20 Kasım 1973 tarihli oturum.

Jacques Lacan, “Television” [çev. Denis Hollier, Rosalind Krauss ve Annette Michelson], Television/A Challenge to the Psychoanalytic Establishment [haz. Joan Copjec], New York: W.W. Norton and Company, 1990, s. 6.

Jacques Lacan, “Aristotle’s Dream” [çev. Lorenzo Chiesa], Angelaki: Journal of the Theoretical Humanities, cilt 11, no. 3, Aralık 2006, s. 83-84.

[39] Antonio Damasio, Self Comes to Mind: Constructing the Conscious Brain, New York: Pantheon, 2010, s. 287.

[40] Damasio, Self Comes to Mind, s. 288-289, 291-292.

[41] Damasio, Self Comes to Mind, s. 271-272.

[42] Adrian Johnston, The Outcome of Contemporary French Philosophy: Prolegomena to Any Future Materialism, Volume One, Evanston: Northwestern University Press, 2013.

[43] Damasio, Self Comes to Mind, s. 250-251.

[44] LeDoux, Synaptic Self, s. 322-323.

[45] Stanovich, The Robot’s Rebellion, s. 60, 122, 186-187.

[46] Linden, The Accidental Mind, s. 6, 21-22, 26.

[47] Marcus, Kludge, s. 12-14, 161.

[48] Johnston, “The Misfeeling of What Happens,” s. 89-92, 97.

Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 168-170.

Johnston, “Misfelt Feelings.”

[49] Freud, SE 21: 69-71.

[50] Damasio, Self Comes to Mind, s. 250.

[51] Damasio, Self Comes to Mind, s. 250.

[52] Damasio, Self Comes to Mind, s. 251.

[53] Damasio, Self Comes to Mind, s. 250-251.

[54] LeDoux, Synaptic Self, s. 322-323.

[55] Johnston, “The Misfeeling of What Happens,” s. 91-92.

Johnston, “Misfelt Feelings.”

[56] Damasio, Self Comes to Mind, s. 250.

[57] Damasio, Self Comes to Mind, s. 251.

[58] François Ansermet and Pierre Magistretti, Les énigmes du plaisir, Paris: Odile Jacob, 2010, s. 39-57.

[59] Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan, Book XI: The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis, 1964 [haz. Jacques-Alain Miller; çev. Alan Sheridan], New York: W.W. Norton and Company, 1977, s. 12, 161-162.

[60] Lacan, The Seminar of Jacques Lacan, Book XI, s. 163, 169.

[61] Johnston, Time Driven, s. xxvii-xxxviii, 333-341, 343-347.

[62] Jonathan Lear, Happiness, Death, and the Remainder of Life, Cambridge: Harvard University Press, 2000, s. 80-81, 84-85. [Türkçesi: Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Artakalanı, çev. B. Büyükkal, İstanbul: Metis, 2006].

Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 159-160.

[63] Johnston, Time Driven, s. xxxi.

[64] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 92.

[65] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 7-10.

[66] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 14.

[67] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 36.

[68] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 15.

[69] François Ansermet ve Pierre Magistretti, Biology of Freedom: Neural Plasticity, Experience, and the Unconscious [çev. Susan Fairfield], New York: Other Press, 2007, s. xvi, 70.

[70] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 8.

[71] Pierre Magistretti ve François Ansermet, “Plasticité et homéostasie à l’interface entre neurosciences et psychanalyse,” Neurosciences et psychanalyse: Une rencontre autour de la singularité [haz. Pierre Magistretti ve François Ansermet], Paris: Odile Jacob, 2010, s. 17.

[72] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 84.

[73] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. xvi.

[74] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. xiii-xvi, xvii, 6-7.

[75] Johnston, Time Driven, s. 300-315.

[76] Johnston, Time Driven, s. 5-22, 218-227.

[77] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 45-46, 88-89, 109-111, 115-118, 175.

Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 179.

[78] Cristina M. Alberini, “La dynamique des représentations mentales: Consolidation de la mémoire, reconsolidation et intégration de nouvelles informations,” Neurosciences et psychanalyse, s. 31-32, 37-38.

[79] Pierre Magistretti ve François Ansermet, “Introduction,” Neurosciences et psychanalyse, s. 10-11.

Magistretti ve Ansermet, “Plasticité et homéostasie à l’interface entre neurosciences et psychanalyse,” s. 18-19.

[80] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 140-141, 151-152, 156.

[81] Adrian Johnston, “The Real Unconscious: A Friendly Reply to Catherine Malabou,” Theory @ Buffalo, no. 16, 2012, özel sayı: “Plastique: Dynamics of Catherine Malabou,” s. 133.

[82] Johnston, Time Driven, s. 205, 262.

Johnston, Žižek’s Ontology, s. xxiii, 176, 203-209, 213, 279.

[83] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 168.

Magistretti ve Ansermet, “Plasticité et homéostasie à l’interface entre neurosciences et psychanalyse,” s. 23-25.

[84] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 47.

[85] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 47-48.

[86] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 49-50.

[87] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 48-49.

[88] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 51.

[89] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 168-169.

[90] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 52-53.

[91] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 51.

[92] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 153.

[93] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 154.

[94] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 24.

[95] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 185.

Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 15.

[96] Mark Solms ve Oliver Turnbull, The Brain and the Inner World: An Introduction to the Neuroscience of Subjective Experience, New York: Other Press, 2002, s. 34. (Türkçesi: Beyin ve İç Dünya: Öznel Deneyimin Sinirbilimine Giriş, çev. H. Atalay, İstanbul: Metis, 2013).

[97] Solms ve Turnbull, The Brain and the Inner World, s. 115.

Johnston, “Misfelt Feelings.”

[98] Solms ve Turnbull, The Brain and the Inner World, s. 117.

[99] Freud, SE 7: 147-148.

Freud, SE 14: 122-123, 132.

[100] Solms ve Turnbull, The Brain and the Inner World, s. 118-119.

[101] Solms ve Turnbull, The Brain and the Inner World, s. 112-133, 277-278.

[102] Panksepp, Affective Neuroscience, s. 4, 10, 43, 47, 50-51, 56, 77, 79, 122-123, 325-330.

[103] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 132.

[104] Solms ve Turnbull, The Brain and the Inner World, s. 120.

[105] Freud, SE 1: 318, 331.

[106] Solms ve Turnbull, The Brain and the Inner World, s. 122-123.

[107] Solms ve Turnbull, The Brain and the Inner World, s. 133-134, 277-278.

[108] François Ansermet, “Des neurosciences aux logosciences,” Qui sont vos psychanalystes? [haz. Nathalie Georges, Nathalie Marchaison ve Jacques-Alain Miller], Paris: Éditions du Seuil, 2002, s. 383.

Magistretti and Ansermet, “Introduction,” s. 11.

[109] Gérard Pommier, Comment les neurosciences démontrent la psychanalyse, Paris: Flammarion, 2004, s. 27.

[110] Ansermet ve Magistretti, Les énigmes du plaisir, s. 54-55.

[111] Johnston, Time Driven, s. 340.

[112] Johnston, Time Driven, s. 340-341.

[113] Pommier, Comment les neurosciences démontrent la psychanalyse, s. 378, 401.

[114] Stanovich, The Robot’s Rebellion, s. 13, 28, 67, 82-84.

[115] Ansermet, “Des neurosciences aux logosciences,” s. 378.

[116] Ansermet, “Des neurosciences aux logosciences,” s. 378.

[117] Ansermet, “Des neurosciences aux logosciences,” s. 378.

[118] Ansermet, “Des neurosciences aux logosciences,” s. 378.

[119] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 10.

[120] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. xvi, 10, 211, 215-216, 229-230.

[121] Magistretti ve Ansermet, “Introduction,” s. 7.

[122] Magistretti ve Ansermet, “Introduction,” s. 12.

[123] Magistretti ve Ansermet, “Introduction,” s. 12.

[124] Ansermet ve Magistretti, Biology of Freedom, s. 181-183, 185.

[125] François Ansermet ve Ariane Giacobino, Autisme: À chacun son génome, Paris: Navarin, 2012, s. 9-10, 13-14, 16-17, 20-21, 58-60, 71, 82.

[126] Johnston, Žižek’s Ontology, s. 176.

[127] Adrian Johnston, “On Deep History and Lacan,” Journal of European Psychoanalysis, özel sayı: “Lacan and Philosophy: The New Generation” [haz. Lorenzo Chiesa], 2012.

Johnston, The Outcome of Contemporary French Philosophy.

[128] Jacques Lacan, Le Séminaire de Jacques Lacan, Livre IV: La relation d’objet, 1956-1957 [haz. Jacques-Alain Miller], Paris: Éditions du Seuil, 1994, s. 41-58.

Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 170-176.

[129] Johnston, “On Deep History and Lacan.”

[130] Adrian Johnston, “Conflicted Matter: Jacques Lacan and the Challenge of Secularizing Materialism,” Pli: The Warwick Journal of Philosophy, no. 19, Bahar 2008, s. 166-188.

Johnston, The Outcome of Contemporary French Philosophy.

Adrian Johnston, “Turning the Sciences Inside Out: Revisiting Lacan’s ‘Science and Truth,’” Concept and Form, Volume Two: Interviews and Essays on the Cahiers pour l’Analyse [haz. Peter Hallward and Knox Peden], London: Verso, 2012.

Johnston, “Reflections of a Rotten Nature.”

[131] Adrian Johnston, “This is orthodox Marxism: The Shared Materialist Weltanschauung of Marx and Engels,” Quaderni materialisti, özel sayı: “On Sebastiano Timpanaro,” 2012.

Adrian Johnston, “From Scientific Socialism to Socialist Science: Naturdialektik Then and Now,” Communism, A New Beginning? [haz. Slavoj Žižek], London: Verso, 2013.

Adrian Johnston, A Weak Nature Alone: Prolegomena to Any Future Materialism, Cilt İki, Evanston: Northwestern University Press, 2014.

[132] Johnston, Žižek’s Ontology, s. 102.

[133] David J. Chalmers, The Conscious Mind: In Search of a Fundamental Theory, Oxford: Oxford University Press, 1997, s. xii-xiii.

* Kısacası, sapience dünya hakkında soyut düşünebilme, amacın yerine anlamın peşinde olabilme yetisidir. Bu kavram sentiencedan farklıdır; hayvanlar ve insanların tümü sentiencea sahip iken, sadece insanlar sapienttır. Sapience, “bilme yetisi” olarak tercüme edildiği zaman bunun “bilinçlilik”ten farklı bir şeye gönderme yaptığı akıldan çıkarılmamalıdır; çünkü bilinçlilik sentient olan hayvanlarda da mevcuttur. Sonuç olarak, sapienceı “bilme yetisi,” sentienceı ise “hissetme yetisi” diye çevirmek, her ne kadar bu iki kavramın gönderme yaptığı bütün alanları kapsamasa da, olabilecek en minimal çevirilerdir. [ç.n.]

* Sentience, hissetme, algılama ya da öznelliği deneyimleme yetisidir. 18. yüzyıl filozofları düşünme yetisini (reason) hissetme yetisinden (sentience) ayırmak için bu kavramı kullanmışlardır. Modern felsefede ise sentience (zihin felsefesinde “qualia” olarak bilinen) duyumları deneyimleme yetisidir. Bu kavram hayvan hakları felsefesinde merkezi bir kavramdır, çünkü sentience acı çekebilmek için gereklidir ve bu yüzden belirli haklar müzakereye bağlıdır. Bilinç felsefesinde, sentience sahip olunan herhangi bir öznel algısal deneyim mefhumuna ya da bazı filozofların “qualia” olarak tanımladıkları şeye gönderme yapabilmektedir. Bu zihnin ve bilincin, yaratıcılık, zeka, sapience, benlik-farkındalığı ve niyetlilik gibi diğer özelliklerinden (birşey “hakkında” düşüncelere sahip olma yetisinden) ayrılmaktadır. [ç.n.]

[134] John Stuart Mill, Utilitarianism, Jeremy Bentham and John Stuart Mill, The Classical Utilitarians: Bentham and Mill [haz. John Troyer] içinde, Indianapolis: Hackett Publishing Company, 2003, s. 100-106.

[135] Harry G. Frankfurt, “Freedom of the Will and the Concept of a Person,” The Journal of Philosophy, 68, no. 1, January 14, 1971, s. 5-20.

[136] Johnston, Žižek’s Ontology, s. 269-287.

[137] Johnston, The Outcome of Contemporary French Philosophy.

Johnston, A Weak Nature Alone.

[138] Johnston, The Outcome of Contemporary French Philosophy.

Johnston, A Weak Nature Alone.

[139] Eric R. Kandel, “The Molecular Biology of Memory Storage: A Dialogue Between Genes and Synapses,” Nobel Lecture, 8 Aralık 2000, http://www.nobelprize.org/nobel_prizes/medicine/laureates/2000/kandel-lecture.pdf

Eric R. Kandel, “A New Intellectual Framework for Psychiatry,” Psychiatry, Psychoanalysis, and the New Biology of Mind, Washington, D.C.: American Psychiatric Publishing, 2005, s. 38.

[140] Eric R. Kandel, “Biology and the Future of Psychoanalysis: A New Intellectual Framework for Psychiatry Revisited,” Psychiatry, Psychoanalysis, and the New Biology of Mind, s. 64.

[141] Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 164-170.

[142] Johnston, “The Weakness of Nature,” s. 163, 175-176.

Adrian Johnston, “Second Natures in Dappled Worlds: John McDowell, Nancy Cartwright, and Hegelian-Lacanian Materialism,” Umbr(a): The Worst [haz. Matthew Rigilano ve Kyle Fetter], Buffalo: Center for the Study of Psychoanalysis and Culture [State University of New York at Buffalo], 2011, s. 76, 86.

Johnston, The Outcome of Contemporary French Philosophy.

Johnston, A Weak Nature Alone.

  • Bu yazı Suret Dergisi’nin 5. sayısında yayınlanmıştır.