Suret’in Yeni Aile sayısı için yazılan Editör’den…

Özgür Öğütcen

Bu sayıda “aile” konusunu ele alıyoruz. Ne kadar pürüzsüz, açık, verili, ne kadar saydam, anlaşılır ve doğal görünse de aile kavramının sorunsallaştırılmasının tarihi de bir o kadar eskiye gidiyor. En eski yazılı metinlerden Yunan tragedyalarına, kutsal kitaplardan çok-satar romanlara kadar aile üzerine yazılmış sayısız eser var. Hepsi de kendi açısından aile meselesine belirli yaklaşımlar getiriyor. Aile sadece edebiyatın konusunu oluşturmuyor tabii ki, Marx ve Engels’in Kutsal Aile’de ve Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde tartıştıkları aile üzerine tezleri ailenin “öteki” yüzünü, yani özel mülkiyetle ilişkisini tartışmaya açarak yeni bir boyutu gündeme taşıyor. Aile sevginin, sıcaklığın, yakınlığın kaynağı olarak konumlandırılmak yerine, tuhaf bir konuma, Freud’un Unheimliche’ine yaraşır bir konuma yerleştirilir. Bu yakın olan ama uzak olan, tanıdık olan ama yabancı gelen aile kavramsallaştırması aile tartışmasının bütün koordinatlarını değiştirir. Aile David Lynchvari bir bulanıklığın içine doğru çekilir, yakın olan uzaktır, sevilen nefret edilendir, özveriyle yardım edilen ölsün istenendir. Bu ikili karşıtlık düzeni her ne kadar karanlık görünse de burada hiçbir karanlık olmadığını, bunun tipik nevrotik tersine çevirme olduğunu söylersek abartmış olur muyuz?

Öte yanda ise bildik aile konfigürasyonu içindeki rollerin dağıtımı meselesi var. Bir baba nasıl “baba” olur, hadi diyelim anneyi anlamak daha kolay. İşte bu sayıda, bazı yazılarda babanın nasıl baba konumuna gelebildiği tartışılıyor. Ve babanın psikanalizdeki ayrıcalıklı yerini sağlayan şeyin ne olduğu da enine boyuna tartışılıyor. Tabii başka bir soru ise şu: Ailenin fazlasıyla bireysel, fazlasıyla atomik özne ve onun bedensel keyfi karşısında, tam da onun karşısına konumlanarak cinsel ilişkinin imkansızlığına dair sunduğu çözüm ya da çözümler neler? Bu Freud’un da sorduğu bir soruydu: Nasıl oluyor da bedensel keyiflerin etrafında yaşayan bebek (ki Freud bunları bedenin dışa açılan yüzleri olan mukozalarla ilişkilendirmişti) toplumsal düzenlemeye tabi hale geliyor? Nasıl oluyor da erkek ve kadın diye iki cinsiyet, bu farklılaşmamış, organik durumun içinden çıkabiliyor? Freud’un buna cevabı Oidipus Kompleksi oldu. Oidipus pek çok düzeyde ihtilaflı, tartışmalı ve doğallaştırıcı olsa da, en azından bununla toplumsal olanın ve tek bir özneye biyolojik olarak verilmiş olanın bağdaştırılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Freud burada bir çıkmaza karşı yanıt üretmeye çalışmıştır. O halde Freud’a göre aile kabaca, şematik biçimde söyleyecek olursak, çocuğa bakım veren anneden ve ona Yasa’yı sunan ve dayatan, neredeyse mitik görevler üstlenen babadan ve çocuktan oluşmaktadır. Nitekim Freud için aile biyolojik, toplumsal ya da geleneksel bir kurum değil, açıklanması gereken, imkansızlıklara yanıtların üretildiği bir yapıdır. Lacan için ise tamı tamına böyledir, asla bir normalliğin, doğallığın ya da DNA’nın taşıyıcısı, aktarıcısı değildir basitçe. O halde bizim, küçük, sevimli, sevgiyle dolu ailemiz simgesel görevlerin yerli yerince ortaya serildiği ve bir takım imkansızlıkların boyunduruğunda olan bir aileye dönüştü. İşte bu sayıdaki yazılarda bunların neler olduğunu göreceksiniz. Babalık, annelik, ebeveynlik, çocukluk, cinsellik, cinsiyet, eşcinsellik, transseksüellik, boşanma, evlilik vb. kavramlar baştan aşağı sorgulanıyor bu sayıda.

Bu sayıyı Aile değişti mi? Yeni bir aile mi ortaya çıktı? sorularının etrafında hazırladık. Doğrusu ben aileye ilişkin temel konumların değiştiğine kolayca ikna olmadığımı belirtmek istiyorum. Teknolojinin değişmesi, ebeveyn tutumlarının daha az otoriter –ya da post-modern- olması veyahut tek ebeveynli ailelerin artması ya da yapay döllenme ile çocuk sahibi olan kişilerin çoğalması, bana göre, temel bir değişimi ifade etmiyor; bunlar dışsal-biçimsel değişiklikler. Esas meselenin daha derinlerde bir yerlerde olduğuna inanıyorum. Çünkü Hamlet’te aile ilişkilerinden çekiyordu, Antigone’de, Oidipus’ta… Aile yapısının ya da aile içi konumların tarihsel diye niteleyebileceğimiz boyutundaki kaymalar, değişiklikler iki şeyle ölçüldüğünde yerli yerinde duruyor mu ona bakmamız gerekir: Birincisi ensest yasağı, ikincisi ise kastrasyon. Bunlarda bir değişiklik var mı, onu tartışalım. Bir kişiyi psikotik yapan şey hâlâ Baba-nın-Adı’nın men edilmesiyse, burada her şey yerli yerinde duruyor demektir, ama onun etkisi azalıyor, ama babanın göreli gücü düşüşte diyenler olabilir, tamam ama gücün azalmasıyla işlevin büsbütün ortadan kalkması birbirinden farklı olgular. Anneler git gide daha fazla oranda tek başına çocuk büyütor olabilir, bir takım kadınlar sperm bankalarından sperm alarak çocuk sahibi oluyor olabilir, eşcinsel çiftler her geçen gün daha fazla çocuk evlat ediniyor olabilirler, mümkündür; ama yine sorumu tekrarlıyorum, bu kişilerin söylemlerinde, çocuklarıyla ilişkilerinde Yasa tamamıyla ortadan kalktı mı? Bu kişilerin çocukları hemen daima psikotik mi oluyor? Herhalde bunun cevabı “hayır”dır. Çünkü ebeveynlik tutumu veya ailenin somut olarak kimlerden oluştuğu ve büyük ölçüde biyolojiye atıfta bulunan sperm sağlayıcının kim olduğu sorusu ailenin Simgesel ve Gerçek boyutlarını zaten hiçbir zaman açıklamıyorduki. Bir adam spermini verdi diye mi baba işlevi görüyordu? Yoksa bu işlevi görebildiği için, kadının arzusunda bir yeri olduğu ver geri dönüp bu kadının, yani annenin arzusunu adlandırabildiği ve böylece eksiği kaydedebildiği için mi bu işlevi görebiliyordu? Tabii ki sonuncusu doğru. Bu aynı zamanda psikanalitik açıklamadır. Sosyologların ya da antropologların gözlemlerine iş kalsaydı psikanaliz olur muydu sizce? Onların gözlemlerini dinleyebiliriz ama eleştirel bir biçimde, acele etmeden ve yine psikanalitik bir kulakla. Babanın çöküşünden ve sonra da buharlaşmasından bahseden, ilki 1930’larda, ikincisi 1968’de, Lacan’dan başkası değildi. Ama onun bundan bahsettiği bağlam, dışsal bir takım gözlemlere dayanmıyordu, onun gözünü çevirdiği yer Baba-nın-Adı ya da babasal işlevdi ve bundaki değişimlerdi. Dolayısıyla Lacan’ın iddiası babanın bu simgesel işlevini görebilecek başka bir şey yerine konmadıkça bu yöndeki her türden girişimin daha beterine (Ou pire…) yol açacağı yönündeydi. Bu kesinlikle bir aile savunusu, muhafazakar değerlere bir geri dönüş çağrısı, aileyi koruyalım nidası vs. değil. Ama bu daha çok durumun tespit edilmesi ve bundaki değişimlerin yaratabileceği sorunların öngörülmesi olarak telakki edilebilir. Şu anda neredeyiz, muhasebe yaparsak hangi noktaya geldik, işte bu sayıda bunun yanıtlarını bulmaya çalıştık. Belki bu sorular başka açılardan da sorulabilir, yeniden sorulabilir, farklı bir formülasyonla sorulabilir… Ama benim gördüğüm kadarıyla iki türde soruluyorlar: ya dışsal-biçimsel değişiklikleri veri kabul edip, buna yanıt bulmaya çalışanlar var ya da benim de içinde olduğum gibi, sorunun bağlamını temellere ilişkin olarak değerlendirenler var. Birinci gruptakiler hemen her şeyde bir “yeni” görmeye eğilimliler ve diğerlerini “demode, eski, yenilikler karşısında yanıt üretemeyen, çağa ayak uyduramayan kişiler” olarak kabul etmeye meyyaller. İkinci gruptakiler ise “yeni”nin olanaklılık koşullarının neler olduğu sorusunu, bu “yeni” demekten veya dememekten daha öne koyuyorlar gibime geliyor. Sonuçları hep beraber ve zaman içinde göreceğiz.