Nor-male[1]
Özgür Öğütcen
“Normal”in ne olduğuna ilişkin görüşümüzü iki hatta ilerletebiliriz: birincisi bilimin “normal”idir, ki bu hiç kuşku yok ki norm oluşturmaya gönderme yapar. Ama bilim hangi düzeyde “normal”le ilgilenir? Ve bu “normal”i, “Norm-Al!” diye, bir emir olarak da, duyabileceğimize göre, ve nor-male kelimesinin erkeğe, eril olana gönderme yaptığından kuşku duymayacaksak şayet, bilimin bu sözü geçen ideolojik formla (bu da ikinci hattır) ilişkisi nedir? Batılı-Beyaz-Erkek normu, yani bu sözü geçen normalin temeli, psikanalizin ilgilendiği cinsiyetin gerçeğiyle ne ölçüde çatışır, nerede onunla uzlaşmaya girer, ortak bir noktada buluşabilirler mi gibi sorular bizi sadece cinsiyetin gerçeğini sorgulamaya itmez, gündelik hayatımızın ideolojik biçiminin bize normal gelmesini de bir soru(n) haline getirir.
Bilim hangi düzeyde normalle ilgilenir?
Ortaya koymak istediğim ilk nokta sunumumun başlığıyla, daha doğrusu burada geçen “ruh sağlığı” ifadesiyle ilgili. Bu başlığı ben seçmedim, ama kimseye de sitem ediyor değilim bu başlığı seçtikleri için. Şunu sormak istiyorum: bu bahsedilen “ruh” nedir? Ve bu sözü geçen “sağlık” neyin nesi? Biz sağlıklı ruhlar mı oluşturmaya çalışıyoruz, eğer öyleysek bu “normalciliğe”, yani “norm”a ilişkin ideolojik alanın içine kendimizi dahil etmiş olmuyor muyuz? Ruh derken ruh çağırmadaki ruh söylenmiyor herhalde, bilimdeki bir şeylere gönderme yapılıyor, ama bu da bir “şey” olmaktan daha sıkı bir tanım gerektiriyor. Eğer bu tanımlamayı en kesin haliyle ortaya koyamazsak yakamızı bilimciliğin bırakmayacağını bilmeliyiz, tartışmamızı ilerletmek için başka bir adım atmaya ihtiyacımız var. Ben bu adımı Lacan’ın 11. Seminer’inin, Psikanalizin Dört Temel Kavramı’nın hemen başlarında yürüttüğü bir tartışmanın içinden atacağım. O da “hakikat”le ilgilidir ve hakikatten başka hiçbir şeyle ilgili değildir. Sonra “sağlık” kelimesine de, bu bir sıfat olarak kullanılıp “sağlıklı” denildiğinde söylenen şeyle, aslında söylenen şeyin arasındaki farkı da buradan türeteceğim. Bilimde hakikat sorusu, “modernlik nedir?” sorusuyla çok yakından bağlantılı. Modernlik, bir zaman dilimini ifade ettiği kadar bilimle hakikat sorununun yollarının ayrılmasını da ifade eder. Hakikat ne demek diye soracak olursanız, size şu kadarını söyleyebilirim, hakikat bilimin ilgilenmediği şeydir. Bu düzeyde bu yanıt yeterli. “Modern” terimi bizim için önemli, çünkü modernle birlikte “bu bilimsel değil!” ve “bu modern değil!”de ortaya çıkmıştır. Modern demek bir bağlamda norm konulması demektir, çünkü norm (ya da isterseniz normal deyin) hakikati indirger. Hakikati sayılabilir, hesaplanabilir, istatistiği çıkarılabilir bir şeye –doğru ve yanlış şeklindeki ikili önermesel mantığa- dönüştürür, buna dönüşmeyi reddedene de “bilimsel değil” damgasını yapıştırır. “Modern”in bir başlangıç noktasını yapacaksak, ki bunu felsefe tarihi içinde tam olarak belirlenmiş bir an olarak kaydedebiliriz, bu Descartes’tır. Descartes, “düşünüyorum öyleyse varım” dediğinde hakikat sorununu, tam da bağlamı teolojik görünen bir hamleyle özne sorununun dışına atar, Descartes’ın öznesi bildiğiniz gibi “cogito”dur, varlığını düşünmesi sayesinde garantiye almaya çalışan bir özne değildir bu, varlığının garantisini, onu içinden aşındıran kuşku sorununu Tanrı’ya havale etmiş ve böylece bilim için artık üzerinde çalışılacak olan nesne, norma uyan, normali teşkil eden, sayılabilir-gözlemlenebilir-hesaplanabilir olan olmuştur. Bu felsefi arkaplanı hafife almayın. Burayı hafife almayanlar “ruh sağlığı” demeden önce en azından bir kez daha düşüneceklerdir. Hangi ruh? Hangi sağlık? Sağlıklı bir ruh da ne demek? Psikanaliz tam da “sağlıksız”lığın, boşluğun, kesintinin, mantığa uymayanın içinden çıkmadı mı? Psikanaliz –en azından bir türü- normale, normatifliğe karşı değil mi? Freud, (alıntının tam yerini hatırlamıyorum) şöyle diyordu: “uzaydan bir göz ya da Tanrı’nın bakışı dünyaya baksa, birbirine her açıdan bu kadar çok benzeyen yaratıkların kadın ve erkek diye bölünmesine şaşırırdı.” Bu alıntı Freud’un metninde gündelik yaşamın içinde, bütün ideolojik biçimleri içinde deneyimlediğimiz kadın-erkek ayrımının normalliğini çok derinden sorguluyor. Ve ne Freud ne de Lacan psikanalizin amacının özneleri normalleştirmek olduğunu bir kez bile söylemediler. Çünkü, hiç şüphe yok ki, “normal”, bu kavramın kendisi, toplumsala ilişkin bir fantazinin, bir kurgunun dayatılması ve “bilimsel” araçlarla sürdürülmesidir. Kan basıncının bile normali ona dayanabilecek damarların her bireydeki özgün fizyolojik yapısına göre değişebilir. Biri için normal olan diğeri için normal değildir. Öyleyse birisi bilim adına normalden, genlerden, hormonlardan, doğadan, yaradılışdan bahsettiğinde o kişi bilimcilik ideolojisinin bayrağı altından bu sözleri ediyordur. Modern zamanların başlaması bilimin hakikat sorununu indirgeyip, kendi alanının dışına çıkarmasının yanında psikanalize de üzerinde ilk adımlarını atabileceği bir özne yaratmıştır. Bu özne ne normaldir ne norm dışıdır, ama normalin ifade ettiği ideolojik biçimle ilgili bize bir şeyler söyleyebilir. Dolayısıyla psikanaliz bilim, din ya da felsefe değildir ama bunların üzerine konuşabilir, bunların hakikatini söyleyebilir.
Gelelim bilimde cinsellik sorununun nasıl ele alındığına: bilim cinsellik sorunu üzerine ne söylüyor? Ne söyleyebilir? Aşk üzerine söyledikleri neler var? Hemen hepsinde göze çarpan husus bütün bu alanı indirgemekten ibaret, yani cinselliğin bilmem ne hormonunun düzeyiyle ilgili olduğunu söylemek, iktidarsızlığı çözmek için kan ölçümü yapmak, anneliği oksitosine bağlamak, aşkı ve öteki insanlara anlayış göstermeyi bir takım nöronlarla açıklamak vs vs. Ama görüldüğü üzere arzudan, fantaziden, ketlenmeden, nefretten bahseden yok ve bunların cinsellik denilen şey her neyse onu çepeçevre elegeçirdiğinden bahseden yok. İşte tüm bunlar, cinselliğin hakikati diyebileceğimiz alana aittir. Ve bunları psikanaliz dışında ele alabilecek başka bir disiplin yok. Yoksa, eğer psikanalizi seçmezsek, bilimin terimleri içinden (ruh sağlığı teriminde olduğu gibi) normale bir karşı çıkış oluşturmaya çalışırız (eşcinselliğin genetik, doğuştan olduğunu söylemek gibi mesela), yani sorunun bir parçasından sorunu çözmesini bekleyebiliriz.
Psikanaliz için normalin heteroseksüellik demek olmadığını çok iyi biliyoruz, üstelik kendi klinik deneyimimiz bunu her gün ortaya koyuyor. Freud’un nevrozun normallik demek olmadığını söylediğini belirtmek gerekiyor, bunun altını çizerek vurgulamalıyız. Freud nevrozdan psikoza kadar bütün ruhsal yapıların kendi içinde patolojinin tohumlarını taşıdığını söyler. Ama gelin görün ki psikanalizin içinde analizanlarını düzeltmeye, normalleştirmeye, hayata uyumlu hale getirmeye çalışanlar oldu maalesef, belki şimdi de vardır. Normallik bir perspektif meselesidir, ve dolayısıyla tarihseldir de; zamanın bir anında bir noktadan bakınca “normal” görünen başka bir anda öyle görünmeyebilir. Fakat baki olan bir nokta var: normallik kendisini gerçeklik olarak dayatan olgunun önemli parçalarından biridir, ve gerçeklik te toplumsal olarak üzerinde uzlaşılmış fantaziden başka bir şey değildir. Sonuçta normal, sağlıklı, gerçekliğe uygun, gerçekdışı vs vs. ‘den söz edeceksek ayağımızı nereye bastığımızı iyi bilmemiz gerekiyor.
Psikanaliz normallikten-çıkarıcıdır, normalliği sorgulatıcıdır! Ne demek istiyorum: Hasta kendi cinsel fantazilerinden –ve bunlar en rahatsız oldukları olabilir- bahsettiğinde bunların “yaygın” ve “normal” olduklarını söylemek hastada geçici bir rahatlama yaratsa bile, psikanalizin işi bunu yapmak, hastayı rahatlatmak olmamalıdır. Onun yerine, hasta size “Sizce bunlar normal mi, herkeste olur mu?” dediğinde, psikanalitik çalışma şöyle sorarak ilerlemelidir: “Sizce normal değil mi?” Hastanın sahip olduğu cinsel fantazilerin normal, sıradan olduğunu söylemek bunların üzerine daha fazla konuşma gerekliliğini ortadan kaldırır. Demek ki bunlar herkeste vardır ve bunlar analizin konusu değildir. Analistin bunlar “sıradan, normal şeyler demesi” analistinde herkes gibi bir “norma, bir normale” inandığı anlamına gelir ve bu bir tür “normal tiranlığını” ifade eder. “Normal nedir?” Tekrar soruyorum.
Bununla birlikte pek çok analist Freud’u bu normallik ve gelişimsel süreçlerin doğal, normal ve kaçınılmaz şekilde (eğer bir duraklama, tıkanma yoksa) ilerlediği konusunda ve bunların bir takvimini çıkartmakta geride bırakmaya çalışmıştır. Bu analistler açısından insanların şu ya da bu yolla geliştiğini ya da 20. yüzyıl Batı kültüründe olduğu üzere belirli bir zaman çizelgesinde insanların geliştiğini söylemeye eğilimli olmak kafi değildir: Onlar gelişimin açık bir telosunu bulmak, gelişimin en iyi son aşamasını bulmak (ve sıklıkla buna “duygusal olgunluk” diyerek) istediler, çocuğun normal gelişiminin buna zorladığını, eğer bakımverenler bu yolu tıkamazlarsa bu normal gelişimin olacağını söylediler.
Aranızdan biri çıkıp, haklı olarak “Bunu niçin istediler?” diye sorabilir. Böylesine katı bir gelişimsel model onlara spesifik bir kişilik tipi imgesi verecekti ve böylece analizanı bu doğrultuda, belirli müdahalelerle hareket ettirebileceklerdi. Bu ayrıca, başka şekilde olursa uzun-süreli olacak olan analiz sürecine bir tür harita, güzergah sağlayacaktı; böylece analizi “olgunlaşma sürecinde” tökezlemiş olan analizana yeniden ebeveynlik yapılması süreci olarak görmeye başladılar; normal olmayan, gelişimi duraklamış ya da yanlış yönde gitmiş analizan “düzeltilebilecekti.” Ve onun yeni “olgunlaşma evrelerine” ulaşmasına öncülük edilebilecekti. Analiz bu şekilde normalleştirici-uyumlululaştırıcı-olgunlaştırıcı bir süreç olarak görüldüğünde, analistin görevi de analizanın doğal gelişiminde tıkanmış olan yoldaki engelleri kaldırmaktı. Yani analist, analizanın saplanıp kaldığı “evreleri” değerlendirmeli ve ortadan kaldırmalıydı.
Bilime geri dönecek olursak, bilim için normalin ne olduğundan yukarıda bahsetmeye başlamışken, bütün bilimlerin normatif olmak zorunda olmadığını da eklemek gerekir ama hepsinin kendi nesnesi vardır. Annelik örneğin, kimin konusudur? Eğer hormonların anneliğe yol açtığı ya da anne olmaktan alıkoyduğu gibi aşırı indirgemeci görüşlere prim vermeyeceksek şayet, ve sonuç itibariyle annelik anne olmak yönünde bir arzu, bunun etrafında şekillenen bir fantazi ve Öteki ile ilişkiyi içeriyorsa bunlar psikanalizin konularıdır. Psikanaliz kendi pratiği içinde normalliği, örneğin heteroseksüelliği, bir andan diğerine dağılıp giden bir takım kendilikler gibi ele alır, hatta ele almayı bırakın bu böyle olur. Eğer eşcinsellik ne kadar “a-normalse” heteroseksüellik de en az onun kadar “a-normaldir”. Maço bir erkek terapide kendi içindeki eşcinsel eğilimleri görebilir örneğin, bu anormal midir? Normal midir? Bunların ötesinde midir? Ama iş burda kalmaz: eşcinsel bir erkekte kendi içindeki kadınlara yönelik arzuyu keşfedebilir. Bu anormal midir? Normal midir? Bunların ötesinde midir? Heteroseksüellik hangi anda, hangi süreçte, hangi çatışma ve uzlaşmaların sonucunda “normal” olarak yerleşmiştir sorusunu sormak daha evla değil midir? Ve tabii bilimin “normal” diye bize sunduğu, dayattığı şeylerin hangi bilimsellik ideolojisinden kaynaklandığını sorduğumuzda aslında modernin ortaya çıkışına ilişkin bir soru sormuş oluruz. Modern olmayan zamanlarda cinsel normların neler olduğunu bir gözünüzün önüne getirin.
O halde cinsiyetin gerçeği, kendisini normal diye getirip dayatan erilliğin, bilimin gelişmesinde bir ön koşul olan totalizasyonun mantığını altüst edebilecek bir güce sahiptir. Fakat, bu noktada bir şerh koymalıyız, cinsiyetin gerçeği bilinçdışının gerçeğinin ötesinde yerleşmemiştir ve cinsiyetle ilgili sorgulamalar her türden toplumsal cinsiyet kimliğini tam da kendini en tutarlı, en bütünleşik hissettiği yerden aşındırır. Bu psikanaliz pratiğinin bizlere öğrettiği bir derstir. Bu sersemletici etki nevrotiğin şüphesinin uzandığı ontolojik alanın sınırlarını öylesine ortaya koyar ki, burada en kendinden emin olan kendini en olumsal olanın kollarına bırakır. Hayatın, her türden bakış için –ki bunun içinde en ilahi olandan en dünyevi olana kadar tümü barınır- cinsiyetlere ayrılmış olmasının, hayatın dokusunun üzerine cinsiyet ayrımının damgasını vurmuş olmasının saçmalığı her birimizin içindeki cinsel haz alma potansiyelinin sınırlanmış, hatta daha ileri giderek söylersek sakatlanmış olmasının bize ödettiği bedeldir. Bu saçmadır ama saçma olduğu kadar gereksiz görünmez, çünkü bu vardır. Öyleyse toplumsal ile bilinçdışı arasındaki bağın ne olduğunu bir kez daha sormak zorundayız. Ve umuyorum ki bu soru bize toplumsal bir bilinçdışı ya da bilinçdışı bir toplumsal sorularının ötesinde cinselin kendisinin bu çatışmada, bu çekişmede ikamet ettiğini gösterebilsin. Yoksa gerisi ikisinden birinin bayrağı altında bu boşluğun, bu çıkmazın sorgulanmadan kalması ve bilim adına ya da psikanaliz adına yersiz uzlaşmalara boyun eğmek olur.
[1] Bu yazı 5 Aralık 2015 tarihinde LGBTİ Ruh Sağlığı Sempozyumu’nda yapılan konuşmanın metnidir.
Bir Cevap Yazın