Ara

Özgür Öğütcen

Psikanalist, Psikiyatrist

Kategori

Genel

Less than a father

Less than a father 

Being a father is a very worrying issue in our time. What are the qualities of a father is questioned by the father-to-be subjects. Since the father is not just a progenitor, his position is also very important for psychoanalysis. The relationship between father as a signifier and the role assigned to the father in society poses a question. As time changed, the father’s role in the family undoubtedly changed. In the past, we might not say there were no arguments about the validity of his authority, and so are today. But today a new controversy seems to arise: “Can I be a good enough father?” “Do my qualities or shortcomings cause possible negative effects on my child?” “What happens if a man is less than a father?” Here in this lecture, I will try to discuss this aspect of the issue, the anxiety I call “being less than a father”.

Freud had an answer to why a woman wanted a baby, why she wanted to be a mother. Child = penis equivalence comes from Freud. So why would a man want to be a father? To my knowledge, this is not a question that is neither sufficiently asked nor answered. If it is legitimate to define our age as a kind of “risk society” and a society to pre-calculate and avoid possible risks, then the issue of being a father is also included in this list of possible risks. Some subjects want to calculate these potential risks in advance and take measures against it. Is this possible?

Okumaya devam et “Less than a father”

Yeni kitap: Sonsuz Şüphe: 40 Derste Obsesyonel

ÇIKTI! “SONSUZ ŞÜPHE: 40 DERSTE OBSESYONEL”
Alain Abelhauser
Çevirenler: Özgür Öğütcen, Ceren Korulsan

http://www.axisyayinlari.com sitesinden edinebilirsiniz.

Bir erkekten bir iş, örneğin ampulü değiştirmesini istediğinizde standart olarak “tamam, yapacağım” yanıtını verecektir, “hayır yapmam” demez. Ama bunu yapması altı yedi ayını alabilir. Bu ertelemenin nedenini merak edebiliriz? Niye böylesi basit bir işi bile yapmıyor? Elinizdeki kitap, gündelik hayatın her alanına yayılan ve arzuyla ilgili bu sorulara ilginç yanıtlar getiriyor.

Bir bu erkeklere –ki bazen bu kişiler kadın da olabilir– psikanalizde “obsesyonel” diyoruz.

Obsesyonel çoğu zaman kendini tutar, yapmaktansa düşünmeyi yeğler, tamamlamaktansa yarım bırakır. Saatlerini boş boş telefonda oyalanarak, kanepede yatarak veya ona sunulan teklifleri reddederek geçirir. Eşi, sevgilisi ve yakınları için onunla bir gün geçirmek bile can sıkıcı olabilir. Evde, elektrik faturası yüksek gelmesin diye sürekli ışıkları kapatabilir, randevularına ya da havaalanına saatler önceden gidebilir, birisi ondan bir şey istemesin diye dua edebilir. Bir nevi yaşayan ölü gibidir, hayatı ertelenmiş, başarısızlığının gölgesinde, dünyanın kendisi için bir gün kendiliğinden bir şekilde değişeceğini uman biridir. 

Kurallıdır hem de kuralcıdır, yüksek doğruluk standartlarını herkesten bekler ve dünyanın adil olmadığından yakınır. Bir kadının arzusunu görünce ondan kaçmaya meyillenir, her şeyi bir seferde söylemek ister, başkaları konuşurken aklında ne cevap vereceğini şekillendirmeye başlar. Ama o kesinlikle kötü biri değildir, niyeti Öteki’nin eksik olduğunu görmemektir ve bunca tiyatroyu bu yüzden çevirir. En sonunda da kendi kurduğu kafese sıkışır, aldığı önlemler onun için yapmanın yapmamayla, düşünmenin düşünmemeyle, konuşmanın konuşmamayla aynı hizaya gelmesine yol açar. Ve tam da bu nedenle miskin, sessiz ve birazcık aptal gözükebilir. Azıcık da olsa “deli” gibidir, ama o kesinlikle deli değildir. 

Bazen babadır, bazen oğuldur, bazen arkadaştır, bazen eğlenceli bir adam bile olabilir. Ve sanıldığından çok daha fazla “normal”dir. Ve ondan her evde bir tane olsa iyi olur!

Yeni içerik: “Bu Hikayede Kötü Kurt Yok”: Günümüzde Anne Babalık

Episode Summary

Bu bölümde anne babalığın günümüzdeki durumunu konuştuk. Çocuk masallarından instagram postlarına kadar uzanan bir çizgide anne babalığın ne durumda olduğu üzerine fikirlerimizi paylaştık. Anne babaların çocuklarına kızma hakları var mı? Çocuklar neden söz dinlemiyorlar? Anneler niye bu kadar yorgun? Ve sonuç olarak Freud’un anne babalara verdiği öğüde kadar geldi işler: “Hiçbir zaman iyi olmayacak”. Belki de kendimizi her şeyin “iyi”, “olumlu”, “eksiksiz” görüneceği bir görüntü yaratmaktan sakınmalıyız. Her hikayenin bir “kötü kurt”a ihtiyacı var, bu kötü kurt olmadan olmuyor!

Gündelik Hayattaki Şiddet Üzerine 

Gündelik Hayattaki Şiddet Üzerine 

Bugünlerde dünyanın dört bir yanından orman yangını haberleri geliyor, Türkiye’de de orman yangınları ben bu satırları yazarken devam ediyordu. Türkiye’deki devlet otoritesinin orman yangınlarına karşı önlem almakta yetersiz kaldığı, hatta gönülsüz olduğu iddia ediliyor. Yanan orman arazilerini yapılaşma ve turizme açmak gibi bir hedeflerinin olduğu pek çok kişi tarafından dile getiriliyor. Genel olarak canlılara ve yaşama karşı olan bu şiddeti nasıl anlamak gerekiyor? Şiddet sadece insandan insana karşı uygulanmıyor, insan tarafından doğa üzerinde de ciddi bir şiddet uygulandığını biliyoruz. Hatta uzun süreler boyunca doğanın bu sömürgeleştirilmesi hali “ilerleme”nin ölçütü olarak sunulmaktaydı. Doğanın şiddetinin, hayvanların, kasırgaların, sellerin, depremlerin, salgın hastalıkların yarattığı yıkıcılığın, karşı bir şiddet kullanılarak kontrol altına alınması medenileşmenin kanıtı olarak görülüyordu. Nehirleri ıslah etmek, kentlere yakın yaşayan vahşi hayvanları öldürmek, depreme dayanıklı evler inşa etmek hemen hiç kimsenin karşı çıkmadığı ilerleme işaretleriydi. Aslında bütün bunların iki yönü olduğu, insanların bir tür “hümanizm” adına, maddi dünyayı kendileri için manipüle etmelerinin hem yıkıcı hem de gerekli olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnsanların diğer insanlara uyguladığı politik şiddetin aldığı çeşitli biçimler bundan kesin hatlarla ayrı tutulmalıdır, nitekim çok uzun süreler boyunca öteki addedilen insanlar üzerinde uygulanan politik şiddet de hoşgörüyle karşılandı; sonuçta bu da, bir tür medenileşme projesi olarak görülüyordu. Bir “ırk”ın diğer bir “ırk” karşısındaki üstünlüğü tartışılmaz bir veri olarak kabul edildiği için, bunun düşüncemize ne kadar sirayet ettiğinin anlaşılması bile zordur. Üstüne üstlük, Todd McGowan’ın Irkçı Fantazi kitabında belirttiği gibi, ırkçılık sadece ırkçı politika ve uygulamalardan oluşmaz, bunu destekleyen bilinçdışı bir fantazi olmazsa ayakta kalması bile mümkün değildir. Buradan yola çıkarak, diğer mevzulara bir genişletme yaptığımızda, “ilerlemeci”, “modernleşmeci” ve finansallaşmaya dayalı ekonomi modellerini sorgulamadan, şiddetin kendisini yalıtılmış, neredeyse doğal bir olgu gibi kavramamız sakıncalı görünmekte. Ya da bunu sadece mevcut politik konjonktürün bir belirleyicisi veya sonucu gibi ele almakta kuşkusuz yetersiz kalacaktır. 

Okumaya devam et “Gündelik Hayattaki Şiddet Üzerine “

Yeni kitap: Söylentinin Felsefesi

SÖYLENTİNİN FELSEFESİ: SOKRATES’TEN SOSYAL MEDYAYA

Mladen DOLAR

Sokrates, MÖ 399 yılında Atina mahkemesinde yargılanırken, en çok korktuğu düşmanlarının orada bulunmayanlar olduğunu söyler: Yıllardır hakkında söylentiler yayan, ama hiçbir zaman yüzleşemediği hayaletler… Gölgelere karşı savaşmak gibiydi bu. Hakikatin ve aklın sembolü olan Sokrates, sonunda yalanlarla örülmüş söylentilere yenilmişti.

Peki, söylentilerin bu tuhaf gücü nereden gelir? Herkes temelsiz olduklarını bilir, ama yine de onları yaymaktan geri durmaz. Önemsiz bir esinti gibi başlayan bir laf, zamanla fırtınaya dönüşebilir. Çağımızın önde gelen psikanalitik düşünürlerinden Mladen Dolar bu kısa ama sarsıcı kitabında, söylentilerin hayatları nasıl altüst ettiğini felsefi bir bakışla inceliyor: Shakespeare ve Cervantes’ten Gogol ve Kafka’ya uzanan kültürel bir yolculukla, söylentinin tarih boyunca büründüğü şekillere ışık tutuyor.

Ama mesele yalnızca geçmişe dair değil. Dolar, internetin ve sosyal medyanın ortaya çıkışıyla birlikte söylentinin toplumsal yapının dokusuna nasıl işlediğini de gösteriyor. Öyle ki, artık bir “söylentileşmiş toplum”dan söz etmek bile mümkün. İletişimin arttığı her an, toplumsal bağların çözülme ihtimali de artıyor. İşte bu yüzden, söylentinin olası yıkıcı etkilerini kavrayabilmek ve buna karşı stratejiler geliştirebilmek hayati önem taşıyor.

Kulaktan kulağa yayılanlarla hayatlarımızın nasıl biçimlendiğini merak ediyorsanız, bu kitap kesinlikle ilginizi çekecek. 

Yeni kitap: Histeri Nedir? Histerik Kimdir?

Dünyanın farklı yerlerinden analistler bir araya geldik ve histeri hakkında bir kitap çıkardık. Histerinin salt tarihsel bir kategori olarak görülüp değersizleştirilmesine karşı, Freud’u ve Lacan’ı kendimize rehber alarak okurlar için temel olacağına inandığım bir kitap yayınladık. Türkçe’de histeri ve histerik özne konusunda literatür eksikliğinin çok büyük olduğunu düşünürsek, bu özgün katkının açtığı yolda başka kitaplar yayınlayacağımızın müjdesini de verebiliriz. Aslında en çarpıcı nokta, histeriyi “patoloji” ya da “hastalık” gibi ele almayan Lacan’ın, bunu bilgi meselesiyle ilişkilendirmesi. Üstelik sadece bilinçdışında yer alan bilgiyle de değil, yaşadığımız toplumumuzdaki iktidar ve güç hatları boyunca dağılan bilgi meselesiyle ilişkilendirmesi çok çarpıcı. Ben kendi adıma, Fransız psikanalist Alain Vanier’nin bir yazısındaki bir cümlesinden yola çıkarak bir yazı yazdım; günümüzün histeriğinin “çocuk” olduğu iddiasını ortaya attığım bu yazı, zamanımıza ilişkin bir sorgulama aynı zamanda. Psikanalitik dostlarımızı bu kitabı eleştirel biçimde okumaya davet ediyoruz.

Çocuklara ne oldu?

Çocuklara ne oldu?

Özgür Öğütcen

Son yıllarda İnstagram üzerindeki videoların özel bir alt türüne çok sık rastlanıyor; bu tür, anne babaların –özellikle de annelerin– çocuk bakımından ne kadar yorulduklarına hasredilmiş durumda. Mizahi bir dille anlatılan çocuk bakımı dertleri arasında en sık rastlananlar yorgunluk, tükenmişlik, kendine ait bir alanın kalmaması, destek olacak kimsenin yokluğu, kocaların anlayışsızlığı, erkek çocuk kız çocuk kıyaslamaları, uykusuzluk vb. gibi konular. Genelde otuzlu yaşlarının üzerinde olan anneler uykusuzluk ve yorgunluktan bitap düşmüş halde resmediyorlar kendilerini. Hem ev işlerini ve çocuk bakımını üstlenmek hem de maddi nedenlerle zorunlu olarak kendi işlerine devam etmek zorunda olan anneler bu konuda en çok zorlananlar. Çocuk bakımının tarzının değişmesiyle birlikte çocuk her şeyin merkezi haline geldi, belki de son 30-40 yılın meselesi bu. Çocuk hem kırılgan, travmatize olabilir bir varlık olarak kabul ediliyor hem de ondan kendisinden beklenenler konusunda anlayışlı olması isteniyor. Aslında tam da bu noktada çocuğu hem rasyonel bir figür olarak görmekle aynı zamanda onu ıslah edilmesi gereken bir tür vahşi hayvan olarak görmek arasında bir bölünme var. Bu en iyi çocuğa duyulan öfkede açığa çıkıyor, yukarıda bahsedilen videolar her ne kadar mizahi olsa da çocuklara yönelik şiddetli bir öfkenin izlerini de taşıyor. Çocuklara kızmanın ayıplandığı bir çağda, onlara yönelik şiddet dolu fikirlere sahip olmak asla kabul edilemeyecek bir şey olarak görülüyor. Çocuklar ise kendilerini durduracak bu sınırı bulabilmek için yaptıklarının dozunu giderek artırmak zorunda kalıyorlar. Her şeye anlayış göstermenin anne babalığın en doğru yolu olduğu konusundaki fikrin ardında psikanalizin bir türünün de suç ortaklığı olabilir; çünkü psikanalizin belli türleri çok uzun süreler boyunca çocuklarda ortaya çıkan psikopatolojiler konusunda anne babaların suçlamayı gelenek haline getirdiler, bu da haliyle anne babalarda bir geri durmaya yol açtı. Şu anda yaşanan ise geniş boyutlu bir krizin çeşitli parçalarından oluşuyor. 

Okumaya devam et “Çocuklara ne oldu?”

Freudcu alandan post-Lacancı alana The Substance filmi üzerine psikanalitik bir görüş

Freudcu alandan post-Lacancı alana The Substance filmi üzerine psikanalitik bir görüş

Özgür Öğütcen

2025 yılında Demi Moore’a Oscar kazandıracağına kesin gözüyle bakılan The Substance filmi izleyicileri ikiye böldü. Bir kısım izleyici filmi “çok kötü” bulurken, diğer kısım ise filmi “çok iyi” buldu. Söylendiğine göre Cannes jürisi de film konusunda ikiye bölünmüş ve filmi nereye oturtacağına uzun tartışmalardan sonra karar verebilmiş. Sonuç “çok iyi” bir film olduğu yönünde oldu, Oscar’ın tersine bu yarışmadan ödüllerle döndü film. Demi Moore, geçmişte yaptığı filmlerle değerlendirildiğinde ve Bruce Willis’in eski karısı olmanın gölgesinin halen üzerine düştüğü biri olarak Oscar’a bu kadar yaklaşmamıştı şimdiye kadar. İleride ne kadar yaklaşabilir bu da ayrı bir soru. Artık çok genç bir kadın olmamasına rağmen filmin başından sonuna kadar olağanüstü bir performans sergilediğini söylemek zorundayız. O donukluk, o iletişimsizlik, film metninin hakkını veren sade ama derinlikli oyunculuk hep onun hanesine olumlu olarak yazılan özellikler. Gençliğinde taşralı, güzel Amerikan kızını cisimleştiren Moore, güzelliğinin duruluğuyla etkileyici bir genç kadındı; şimdi, artık 60’larında bir kadın olarak ise Amerikan rüyasının çöküşüne bir ışık düşürüyor. Yine parıldıyor ama başka bir şekilde.

Okumaya devam et “Freudcu alandan post-Lacancı alana The Substance filmi üzerine psikanalitik bir görüş”

Bruce Fink İstanbul’da!

24-25 Mayıs 2025 tarihlerinde İstanbul’da SALT Galata’da gerçekleştirilecek olan Bruce Fink İstanbul’da!: Arzu ve Biçimleri: Lacan’ın 6. Semineri’nin Yakın Bir Okuması adlı etkinliğimize göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı teşekkür ederiz. Aşağıda etkinliğin programına ve diğer gerekli bilgilere ulaşabilirsiniz.

Saygılarımızla,

Axis Yayınları

Okumaya devam et “Bruce Fink İstanbul’da!”

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑