BEDENİN MUAMMALARI*

 

“Sekkusu shinai shokogun” (“Celibacy Syndrome”)

 

Batılı büyük liberal gazeteleri çok seviyorum, örneğin The Guardian’ı. Çünkü bu tür gazeteler bize dünyada yolunda gitmeyen şeyler hakkında fikir vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda dünyanın nasıl ortak bir kadere doğru ilerlediğini de çok iyi gösteriyorlar. Doğrusunu isterseniz ek bir faydaları daha var; psikanaliz metinlerinde pek de bulamayacağınız kadar yoğun biçimde psikanalizin öteden beri temel soruları olmuş konularla ilgileniyorlar: aşk, arzu, çift olma, evlilik, yalnızlık, mutsuzluk, depresyon, melankoli, doğum oranları, intihar, umutsuzluk vs vs. Ben bu tür gazeteleri çağın ruhunun belgeleyicileri olarak görüyorum.   

 

Ve bu gazetelerde yer alan haberleri okuduğumda Japonya ile ilgili haberler hep dikkatimi çekiyor öteden beri. Çünkü temelde belli konular etrafında kümeleniyor bu haberler: libido kaybı, cinsellikten vazgeçme, robot sevgililer, sarılma seanslarının yapıldığı barlar, ailesiyle yaşayan ev ergenleri… 

 

Bu yüzden size bugün ilk olarak Japonya’dan bahsedeceğim. Japonya’dan bahsetmemin nedeni gelişmiş ülkelerden başlayan bir kaderi, diğer ülkelere de doğru yayılan ortak geleceğimizi temsil ettiğini düşündüğüm için. Japonya’da olup bitenler bizim deneyimimize o kadar da uzak olmadığından gelecekte ne olup biteceğini belki bu ülkede olup bitenlere bakarak anlamlandırabiliriz. 

 

Gençlerin popa, film yıldızlarına ve diğer şeylere kafayı takması Japonya’ya mı özgü? Ya da internette ‘aşık olmak’? Japonya bir açıdan kendine özgü yönleri çok yoğun olan bir ülke, ama öte yandan aşağıda aktaracağım olgular, değişen ölçülerde pek çok yerde geçerli olabilecek şeyler. Japonya’nın topyekûn libido kaybı yaşayan bir ülke olarak tanımlanması; gençlerdeki romantik ilişkilere ilgisizliğin yoğunluğu; doğum oranlarının aşırı düşüklüğü; ailesiyle yaşayan ileri yaştaki kişilerin çokluğu; bekarlığa övgü; ve daha pek çok durum bu özgünlüğü pekiştiriyor. Bütün bunlar Japonya’yı sanki diğer ülkelerden radikal biçimde farklıymış gibi görmeye sevk ediyor bizi. Oysa ABD, İngiltere, Almanya, Güney Kore vd. gibi ülkelerde yapılan araştırmalar farklılıktan ziyade ortak noktalara dikkat çekiyor. Bu ortak noktalar karşı cinse duyulan istek, aile kurma, çocuk sahibi olma, yalnız yaşama, cinsel ilişkiye girme gibi alanlarda yoğunlaşıyor. Aslında ortaya çıkan manzara, tarihten ve dünyadan kopuk bir Japonya anlatısının yerine, Japonya’yı dünyanın gideceği yönü az çok işaret eden bir tür öncü gibi görmenin daha yerinde bir tutum olabileceği yönünde.

 

2013 yılında The Guardian gazetesinde yayınlanan bir habere göre (20 Ekim 2013) genç kadınların %45’i ve genç erkeklerin en az %25’i ilişki istemediğini belirtiyor. Bu durumun ortaya koyduğu mesaj açık: “Benden uzak dur!” Japonya’da bu durumu adlandırmak için “sekkusu shinai shokogun”deniyor, yani “bekarlık sendromu.” Bu genç insanlar hem ilişkiye girmeyi reddediyorlar hem de evlenmeyi ve dolayısıyla çocuk sahibi olmayı da. Geleneksel olarak bildiğimiz kadın-erkek ilişkisinden arınmış, bir tür ilişkisizlik durumunu sürdürmek istiyorlar. Haliyle bunun ima ettiği bir sonuç ise evliliğin çok arzu edilir bir şey olmaması; kadınlar arasında evlilik için yaygın olarak kullanılan eski bir tanımlama var: “Evlilik kadının mezarıdır”, bugün ise şöyle deniyor, “Evlilik kadının kariyerinin mezarıdır.” Lacan 1974 yılında, şöyle dediğinde bugünleri öngörüyor gibiydi: “kapitalizm, onun çıkış noktası buydu: seksten kurtulmak”(Lacan, 1974, s. 34).

 

Bu, arzunun konumundaki bir dönüşüme de işaret ediyor.Arzu bir eksiğe istinaden ortaya çıkar, bende olmayan bir şeyi arzularım, eğer ben de bir eksik yoksa arzulamam da mümkün olmaz. Aşkta da bende olmayan şeyi, bende eksik olanı karşımdaki aşığıma veririm. Yine aynı nokta, eğer bende her şey tamsa, birine nasıl aşık olabilirim ki? 

 

Aynı trendin ABD’de, İngiltere’de, Güney Kore’de ve diğer gelişmiş ülkelerde son yıllarda giderek arttığını, cinsel ilişkiye girmenin ise gitgide azaldığını gösteren veriler var. Haliyle bu doğum oranlarının kaygı verici derecede düşmesine ve bu toplumların yaşlanmasına yol açıyor. Kayıtlara göre, 2012 yılında Japonya’da en az sayıda bebek doğmuş ve ayrıca bu yıl ilk kez yaşlılar için kullanılan bezlerin sayısı bebek bezi sayısından daha fazla olmuş. Yetkililer, en nihayetinde bunun çok ciddi bir demografik kriz olduğunu ve Japonya’nın “yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğini” söylüyorlar. 

 

Bekarların seviyesi de rekor kırmış durumda. 2011 yılında yapılan bir araştırmada, 18-34 yaş arası erkeklerin %61’inin, kadınların ise %49’unun bekar olduğu tespit edilmiş; bu rakam 5 yıl öncesine göre %10 daha yüksek. Başka bir çalışma ise 30 yaş altındaki kişilerin 3’te birinin hayatında hiç kimseyle çıkmadığını gösteriyor. Yine başka bir çalışmada ise 16-24 yaş aralığındaki kadınların %45’inin “cinsel bir yakınlaşmayla ilgilenmediğini ya da bunu hor gördüğünü” gösteriyor.

 

Japonya’da yapılan başka bir araştırma ise, genç Japonların %40’ının bakire olduğunu söylüyor ancak uzmanlar, ülkenin toplu libido kaybına uğradığını iddia ediyor. Çalışma, Japonya’yı toplu libido kaybı olan bir ülke olarak gösteren son yıllardaki birkaç çalışmadan biri. Suçlama, “otçul” erkeklere, parazit bekarlara, cinsiyetsiz evliliklere hapsolmuş çiftlere ve sanal ilişkileri gerçek ilişkilere tercih eden otaku erkeklerine yöneltiliyor.

 

Japonya örneği bize şu karşıtlıkları gösteriyor: ilişkiye karşı ilişkisizlik; arzuya karşı arzusuzluk; talebe karşı talepsizlik; çocuk sahibi olmaya karşı sahip olmama; aile kurmaya karşı kurmama; evlenmeye karşı bekar kalma. Sanki topyekûn bir vazgeçiş ve topyekûn bir karşı duruş söz konusu gibi. Aileye, geleneklere, geleneksel kadın-erkek rollerine, arkaik ideallere ve otoriter yapılara karşı sessiz ve pasif bir direniş var.Tarihsel olarak bilinen toplumsal roller bize evlenmeyi, aile kurmayı, çocuk sahibi olmayı, romantik ilişkiler tesis etmeyi öğütlerken ne oldu da kendimizi tam tersi bir noktada bulduk? Acaba bu toplumsal normları kuran toplumsal güçlerde, ideallerde ve bunun kuşaklardan kuşaklara aktarılmasında bir sorun mu var? Geçmişte olanaklı olan bugün neden neredeyse imkânsız hale geldi? Japonya’da olanları sadece Japonya’ya özgü şeyler olarak göremeyiz ve sadece sosyolojik açıklamalarla bütün bu fenomenleri anlayamayız, bunların ötesine geçmemiz gerekiyor.

 

Freud’un yaşadığı çağda toplum ve birey arasında belirgin bir çatışma vardı: dürtü vs. uygarlık. Freud toplumdan gelen baskının dürtüyü zapt etmeye çalıştığını, hatta uygarlığın bu baskılamanın üzerinde yükseldiğini iddia ediyordu. Yani medeni olmak için hazlarımızdan vazgeçmenin, ödemenin zorunlu olduğu bir bedel olduğunu söylüyordu Freud. Dolayısıyla toplumdan gelen bu baskı ortadan kalktığında daha özgür olacağımız yönünde bir fikir ortaya çıktı bu iddiadan. Bugün insanlar belli alanlarda geçmişe göre çok daha “özgürler” ama bu beklenen sonuçları vermedi. Aslında,bu “özgürlüğün” kendisinin ne olduğu çok tartışmalı. Hatta bugün dürtülerimizi tatmin edebileceğimiz çok daha fazla yol, çok daha fazla yöntem olmasına rağmen gerçek anlamda daha özgür olup olmadığımız bir tartışma konusu. Toplumsal refahın artması, kadınların iş sahibi olmaları, erkeklerin geleneksel erkek rollerine sıkışıp kalma dışında seçeneklerinin çoğalması onları daha arzulu, diğer insanlarla daha ilişkili, daha az sıkışmış hale getirdi mi?     

 

Fransız psikanalist Jacques Lacan, Freud’un haz kavramını inceltmiş, sofistike hale getirmiş ve haz, arzu ve kendisinin “jouissance” dediği tuhaf bir haz olarak nitelendirebileceğimiz şey arasında ayrımlar sunmuştu bize. Arzunun Yasa ile ilgili olduğunu söyledi mesela ve bu Yasa’nın da Baba’yla ilgili olduğunu ifade etmişti. Hatta arzunun, jouissance’a karşı bir sınır inşa ettiğini ileri sürmüştü (Lacan, 2006, s. 699). Bu bağlamda, Japonya’da ve bütün dünyada meydana gelen değişimleri anlayabilmek için arzu, Yasa ve jouissance arasındaki ilişkiyi anlamak zorundayız. Bu salt sosyolojik bir olgu değil.

 

Lacan’a göre arzu Yasa ile ilişkilidir demiştik ve dolayısıyla bunun Baba ile bir ilgisi vardır. Baba arzuyla Yasa’yı birbirine bağlar. Lacan’ın henüz 1930’larda söylediği üzere, Baba artık eski, otoriter baba değildir; Yasa’nın temsilcisi değildir; ne derse hürmet edilen baba değildir o. Günümüzde erkekler bu baba konumunu işgal etmekten gitgide daha da uzak duruyorlar. Baba sadece bir babadır artık. Lacan, ideal babanın nevrotiğin fantazisi olduğunu söylemişti. O aynı zamanda ölü bir babadır. Ama aynı zamanda “kendi arzusunun kusursuz efendisidir” dediğinde arzunun limitlerine işaret etmişti.(Lacan, 2006, s. 698).

 

Yaşadığımız Çağ

 

Yaşadığımız çağ bir yandan da sanki eksik ve kayıp hiç yokmuş gibi davranmayı teşvik ediyor. Bizi diğer insanlarla bağlamaktansa ilişkileri tahrip ediyor; özneleri diğer öznelere değil ama nesnelere bağlıyor. Burada aşk ve arzunun üzerinden atlayıp, doğrudan doyuma götüren bir kısa devre söz konusu. Öyle ki bu kadar kolay erişilen bir doyum -Lacan’ın jouissance’ı anlamında bir doyum- kolayca vazgeçilir bir şey değil; bu, bağımlılıkta söz konusu olanla aynı yolu izliyor. Bağımlı nasıl kendi haz veren nesnesinden kolayca ayrılmıyorsa, bu yeni türdeki ilişkisiz ilişkilerden vazgeçmek te o kadar kolay değil. Aslında, Lacan’ın fark ettiği diğer söylemler gibi, kapitalist söylem de “sexual non-rapport”la başa çıkmanın bir tarzı olarak düşünülebilir. Nevroz durumunda, kapitalist söylemin “sexual non-rapport”u ve bilinçdışı boyutunu göz ardı etme girişimi işlevi gördüğü ileri sürülür. Tüketime dayalı ilişkilenme biçimi karşıdaki özneyi bir nesneye, tüketilecek bir şeye dönüştürerek ötekilerle ilişkide kalmanın bir yolunu sunabilir.

 

Tüketim kültürünün toplumun dokusuna nüfuz ettiği fikri yeni bir şey değil (Vanheule, 2016). Serbest piyasa alternatifleri hakkında kamuoyunda çok az tartışma olmasının yanı sıra, bu model sosyal-kültürel yaşamımıza da nüfuz etmiştir (McGowan, 2004; Verhaeghe, 2014). Birkaç yazar, kapitalizmin, kendimizi ve başkalarını deneyimleme ve anlamlandırma biçimimizi derinden etkileyerek, pazar odaklı düşünme geleneklerini hayatımızın tüm alanlarına empoze ettiğini öne sürüyor. Gerçekten de günümüzde kapitalizm öznellik deneyimimizi şekillendiriyor. Marcuse (1964), kapitalizmin insanları ürettiklerinden ve ihtiyaç duyduklarından fazlasını tükettikleri bir tüketicilik modeline entegre ettiğini ileri sürer. Bu sadece çevre ve sosyal yaşam üzerinde yıkıcı etkiler yaratmakla kalmaz, aynı zamanda insanlara tatmin etmek istedikleri sahte ihtiyaçlar yükleyerek zihinsel yaşamı da kirletir. Sennett (2006), çağdaş kapitalist kültürün, artan tüketimle bağlantılı bir kendi kendini yok etme tutkusunu ima ettiğini öne sürüyor ve Verhaeghe (2014), başarı ve mutluluğa güçlü bir şekilde odaklanmalarıyla, hem kapitalizmin hem de neoliberal kültürün kimlik deneyimini istikrarsızlaştırdığını savunuyor. (Vanheule, 2016).

 

1960’ların sonlarında ve 1970’lerde Lacan zaman zaman kapitalist kültürün özne oluşumu üzerindeki etkisini tartışmıştır. Lacan bu dönemde öznenin simgesel düzenden kaynaklanan gösterenlerin oyunuyla var olduğu şeklindeki genel fikri doğrultusunda, kapitalist simgesel düzeninin özneyi belirli bir şekilde şekillendirdiğini varsaymıştır. Kapitalist kültür, sıkıntı ve ıstırapla başa çıkma şeklimizi etkiler; başkalarıyla ilişki kurma biçimimizi şekillendirir; bilinçdışının nasıl çalıştığını belirler; ve bir bireyin bir psikanaliste sunabileceği yardım talebini etkiler. Gerçekten de, 1970’lerin başında Lacan (1972), kapitalist söylemin geleneksel efendi söyleminin yerini almaya başladığını belirtir. (aktaranVanheule, 2016). Büyük ölçüde efendi söyleminin yapısına dayanan klasik öteki figürü, özneyi klinik olarak nasıl çalıştığımızın yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek ölçüde etkileyerek solup gitmişti (Miller, 1993; Zižek, 1999).

 

Lacan 1972’de kapitalist söylem üzerine konuştuğunda, kapitalist söylemin klasik efendi figürünün bir versiyonu olduğunu söylemişti. Bu durum, klasik otorite figürünün ortadan kalkması olarak da okunabilir. Japonya’daki durum bunu çok iyi örnekliyor, savaş sonrası yıllardan başlayarak bu klasik baba/otorite figürünün ortadan kalkması, toplumun direksiyonunda kimsenin olmadığı algısına yol açmış ve bu durum Japonya’nın girdiği ekonomik durgunlukla pekişmiştir. Halkın güç ideallerinde uzun yıllara yayılan bir sarsılma yaşanmıştır. Klasik efendinin toplumsal ilişkilenme biçimini belirleme gücü azaldıkça kişilerin toplumsal yapıya olan inançları da azalmıştır. Aslında bu bir tür birey ideali ve kendine yeterlik ideali ile tanımlanan kapitalist modernite ile uyum içindedir. Kapitalizm de artık klasik efendi yoktur ama çok sayıda efendi vardır, efendilerin sonsuz bir artışı söz konusudur. 

 

Özne artık kendisine ilişkin temel soruları (Ölü müyüm? Hayatta mıyım? Kadın mıyım? Erkek miyim?) soramaz hale geldiğinde bunlara cevap bulan pek çok söylem biçimiyle karşılaşır (örneğin bilim, bilişsel terapi vb gibi). Dertleri, tasaları, kaygıyı artık bedeninde hisseder: panik, kaygı, korku, hipokondriya olarak. Ama bunlar artık hemen tedavi edilmesi gereken ve cevapları kendisinin bulmasının gerekmediği talepler şeklinde formüle edilir. Aile öyküsü, ona özgü gösterenler, hatta semptomu anlam taşıyan ve deşifre edilmesi gereken şeyler değildir; bunların derhal ortadan kaldırılması talebi vardır sadece. Kuşkusuz bu durum psikanalizle ters yönde ilerleyen bir şeylerin varlığına işaret etmektedir. Psikanalizin mevcut krizi kapitalist söylemin muazzam etkinliği karşısında etkisiz kalmasıyla ilgilidir. Kapitalizm bilimle kol kola sayısız tanı üreterek öznel ızdırabı öznenin herhangi bir talebine indirger; aynı bir kapitalist metayı talep ettiği gibi tedavi talep eder o. 

 

Lacan’ın belirttiği üzere öznelliğimizi şekillendiren kapitalizm cinsellik ve aşk alanına da etki ederek burayı da öznenin taleplerinin hemen doyuma ulaştırıldığı bir alana dönüştürür. Kapitalist söylem, arzuyu sanki engellenmiş bir talepmiş gibi ele aldığı için farklı bir mantık izler. Arzuyu çözümlere çevirir, yani arzu öznelliğin desteği olarak görülmez, sadece tatmin edilmesi gereken bir talep olarak görülür. Bu şekilde, kapitalistin söylemde aşk ve arzuya bir soru olarak, hem de en derininden bir soru olarak ele alınmaz: Lacan, “Kapitalizme benzeyen herhangi bir düzen, herhangi bir söylem, basitçe aşk şeyleri diyeceğimiz şeyi bir kenara bırakır dostlarım. Görüyorsunuz, bu hiçbir şey” (Lacan, 1971–1972, 6 Ocak 1972 dersi) dediğinde dikkatimizi öznenin alanını yok eden bu duruma çekmişti. Bu söylem içinde öznel bölünme, öznel gerçeğin bilinçdışı çizgisindeki bir tezahürü olarak değil, öznenin kurtulması gereken kalıcı bir kriz durumu olarak görülür

 

Aslında benim iddiam Japonya’da bu alanlarda yaşanan dönüşümün bir taraftan da bu düzene karşı bir tür protesto olduğudur. Özneler sonsuz ve anında doyum talebi karşısında kendilerini bu oyundan men ederler; bunu tam da Lacan’ın psikoz için kullandığı “forclusion” terimiyle özdeş olarak kullanıyorum. Hatta bir tür “öznenin men edilişi”nden söz edebiliriz. Özne acıları üzerine konuşabilen, konuşması gereken, ona bu alanın tanındığı bir antite olarak görülmektense bir tür tüketiciye indirgenmiştir. Onun tinselliği için self-help kitapları ve pop-psikoloji yeterlidir. Bütün bunlar sözlerde, kelimelerde, gösterenlerde değil ama kaygı olarak öznenin bedeninde geri döner. Ne kadar çok sayıda analizanın bedeninde hissettiği bu tür rahatsızlıklardan bahsettiğini bir düşünün!

 

Öte yandan, kapitalist söylem de özünde öznel bölünme deneyiminden yola çıkmak zorundadır. Ancak bu söylem altında olan ise öznel bölünmenin reddedilmesidir. Kayıp ve eksik (loss and lack) yok sayılır, çünkü bunu kapatacak, inkaredecek reçetelerin olduğuna inanmamız beklenir. Oysa psikanaliz tam da kayıp ve eksiği kendi pratiğinin kalbine yerleştirerek ilerler. Psikanalize karşı bir direnişin toplumsal formasyonun kendisinden yapısal olarak geldiğini göz önünde tutmalıyız demek ki. Japonya’daki bireyler kendi arzusuzluklarını, ilişkisizliklerini ele almak istediklerinde karşılarına çıkan salt bir “bilim” ve “birey” söyleminden başka bir şey değildir. Hatta ABD’de mutsuz, yorgun, bitkin, çökmüş olmanın telaffuz edilmesi bile bir tür toplumsal sansüre tabidir. Duyduğuma göre, eğer duyduklarım doğruysa, bir kişi mutsuz olduğunda bunu şöyle ifade etmektedir: “I’m working on it!” 

 

Lacan kapitalist söylemin bir tür sonsuz talep döngüsü yaratarak özneyi tükettiğini, tükettiğini, tükettiğini, yakıp bitirdiğini söylemiştir. Aslında bu tanım ne kadar çok “burn-out sendromu” denen olguya benziyor. Lacan’ın görüşüne göre, kapitalist söylem devresi içindeki sonsuz döngü özneyi yakıp kül eder (Lacan, 1972, s. 48).

 

Lacan’ın söylediği üzere “Cinsel ilişki yoktur” demek bunun bir çözümü olmadığını gösterir; dengeli, harmonik bir söylemve bir ilişki biçimi yoktur; kadını ve erkeği yetişkin ve olgun bir aşk içinde birleştiren bir cinsellik formülü yoktur. Psikanaliz bize imkansızlığın bu türünü, yani total bir bilgiye ulaşılamayacağını kanıtlar. Oysa kapitalist söylem ise bu imkansızlığı bir “imkan yanılsaması”na çevirerek öznel sorumluluğu üzerimden atmamıza yol açar; eğer çözümü bulamıyorsak henüz bulamamışız demektir, bu çözüm de aynı diğer metalar gibi satın alınabilecek bir şeydir; “terapi” de bu satın alınacaklar listesine çoktan eklenmedi mi? 

 

Aslında Lacan’ın 1970’li yıllarda geliştirdiği söylem kuramı bize onun “söylem” dediği şeyin bu imkansızlığın etrafında toplumsal ilişkinin örgütlendiğini, toplumsal bağların oluştuğunu gösterir. Yani imkansızlık yapısaldır, kurucudur, ondan vebadan kaçar gibi kaçmamız gerekmez. Bu yüzden ben psikanalizi bir tür olumlu “negatif” ile ilgilenen bir teori olarak görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Buradaki negatif, arzuya alan açan eksikle türdeştir. Aslında bu negatif ya da eksik imkansız olanın bizim kimliğimizi kuran asli unsur olduğunu bize gösterir. Biliyorsunuz eksik olmazsa, her şeye sahip olursam hiçbir şey isteyemez hale gelirim. Yaşadığımız çağın egemen düşüncesi bir göz boyama ile sözünü ettiğim bu eksikten, bu negatiften kaçabileceğimiz yanılsamasını hem oluşturur hem de sürdürür. Ama aslında bizi acılarımız karşısında silahsızlandırır da; çünkü öznenin öznel sorumluluktan başka çıkar yolu yoktur. Egemen söylemin aynı zamanda hepimizi, sadece Japonya’dakileri değil, bir tür inançsızlığa sürüklediği tespitini de yapabiliriz. Bu inanç öznel acıların kendimizle ilgili olduğuna, bize dışsal olmadığına ve konuşma-kelimeler aracılığıyla bunun bir çözümünün olabileceğine inanmakla başlar. Eğer kaygımızı, mutsuzluğumuzu, yalnızlığımızı bizim tamamen dışımızda gerçekleşen ve çözümünün de piyasadan satın alınabilecek bir meta olduğuna inanırsak bu çözümsüzlüğün ta kendisi değil de nedir?  

 

Gerçekten de kapitalist söylem, doğrudan sorunun köküne inmeyi hedefliyor. Bu söylem, öznel bölünmenin yol açtığı huzursuzluğu yapısal bir şey olarak ele almaz, ancak hoşnutsuzluğu kendi sistemi içinde iyileştirmeyi amaçlar. Busoruların değil ama bu hoşnutsuzluğa cevapların olduğu bir söylemdir: $’a cevap veren ve bölünmüş özne için bir hakikat işlevi gören bir S1 vardır. Örneğin, çağdaş Batı tüketim kültüründe, hoşnutsuzluk genellikle doğru nesneyi henüz elde edememiş olmanın bir sonucu olarak görülür ve bu nesne elde edildiğinde öznel bir tatmin durumuna ulaşılacağını öne sürer. Diğer bir deyişle, memnuniyetsizlik görüntüsü, bir marka adının veya memnuniyet vaadi sunan bir ürünün S1’i ile cevaplanabilir (Vanheule, 2016). Kapitalist söylem, kendi kendine yeterlilik, bütünlük ve canlılık fantezisinin yanı sıra memnuniyetsizlik görünümünü aktif olarak geliştirir (aktaran Vanheule; Tomšič, 2015). Pazar bize neye ihtiyacımız olduğunu söyler: onun sağladığı mallara. 

 

Sonuç olarak, kapitalist söylem, sanki bir talepmiş gibi ele alınan bir arzunun tikelleştirilmesini (particularization) ima eder. Klasik söylemde arzu, gösteren aracılığıyla çözülemeyeceği için tekilken (singular), kapitalist söylem, öznel bölünmeyle başa çıkmak için özel çözümlerin gerçekten var olduğunu öne sürer: Pazar, müşterilerin taleplerini karşılamak için vardır (Vanheule, 2016). Sonuç olarak, arzu noktasında kapitalist mantık sömürüye yol açar: “arzunun sömürüsü, bu kapitalist söylemin büyük icadıdır” (Lacan, 1973a, s. 97). Bu söylem, arzuyu pratik çözümler aracılığıyla cevaplanması gereken özel bir soru olarak ele alarak istismar eder. Kapitalist zamanların süperego komuta özelliği, arzuyu tüketim yoluyla tatmin etme zorunluluğuyla ilgilidir (McGowan, 2004). Pazar, insanların taleplerini karşılamak için var olan ürün ve hizmet akışları sağlar. Lacan, bunun sakinleştirici bir etkisi olduğunu ileri sürer: “insanlar biraz sükunet içinde hareket etsinler diye daha iyisini yapamazdık” (Lacan, 1973a, s. 97). 

 

İlginç bir şekilde, kapitalizm rejimi altında öznenin temel sorusunun “neyi arzuluyorum” değil, yani “nesnelerle ilgili bir soru değil” “neyi arzulamalıyım” olduğunu öne sürülmüştür (Zizek, 2006). Aslında özneyi yöneten arzunun esas olarak Öteki’nin arzusu tarafından dolayımlandığı temel bir Lacancı öğretidir: “insanın arzusu Öteki’nin arzusudur” (Lacan, 1960, s. 690). Japonya örneği üzerinden gördüğümüz gibi, arzu artık Öteki üzerinden dolayımlanmaz, bir Öteki’ni içermez; ama onun kendimizden doğması imkansızdır, bu dolayım gereklidir ve bu hareket bizi diğer insanlara bağlayarak sosyalleştirir; kapitalizmin ise toplumsal bağları çözüp parçalayan anti-sosyal bir etkisi vardır. İnsanlar partiküller halinde etrafa saçılır, kendilerini bir yerlere ait hissedemezler, yalnız hissederler. Japonya’dan gelen başka bir veri de toplumsal bağlardaki bu çözülmeyle ilgilidir, Öteki cinsiyete yüzünü dönmeyen, dönemeyen özne kendi üstüne kapanır, yalnız, yersiz yurtsuz hale gelir. Kapitalizm bize nasıl ve neyi arzuluyorum sorusunun cevabını bir zorunluluk olarak dikte eder, “neyi arzulamalıyım”, “bana bunu söyleyin.” Öyle görünüyor ki bunun cevabı başka insanlar değildir ama nesne-meta rolüne bürünmüş başka insanlardır. 

 

Bu nedenle kapitalizm cevapları her zaman için çoğaltmak, yenilikçi olmak zorundadır. Bugünlerde moda olan “innovation” terimi, bu söylemin can alıcı bir özelliğini ifade eder: o daima beklenen bir krize girecek girecek bir düzen değildir, krizin ta kendisidir. Bu söylemin sağladığı çözümlerin garantisi ise bilimden gelen “bilgi”dir. Nitekim Lacan’a (1969–1970) göre, çağdaş bilim ile kapitalist söylem arasında bir uyumluluk vardır. Ona göre kapitalistin söylemi “bilimle tuhaf bir çiftleşme” içindedir (Lacan, 1969–1970, s. 110). Bunun bir yansımasını git gide genişleyen psikiyatrik sınıflandırma DSM’de bulmuyor muyuz? Sürekli biçimde yenilik yapma gereksinimi bu çağdaş bilimsel anlayışa damgasını vurmuş durumda. Bu işleyişin tek şartı bunu alacak tüketicilerin olması ve var olmaya devam etmeleridir. Kapitalizm öznenin hoşnutsuzluğunu kabul eder ve ciddiye alır, sorun burada değil; sorun kendi çözümünü dayatmasında ve bu çözümün herkes için “genel bir çözüm” olmasındadır. 

 

Eski usül histerik söylemde de hoşnutsuzluğun cevapları aranır ama buradaki fark bu cevabı bildiği farz edilen özneyle histerik arasında bir toplumsal ilişki oluşturmasında yatmaktadır. Kapitalist söylemde “bilgi” bağımsızlığını ilan etmiştir ve herhangi bir toplumsal ilişkilenme biçimini garanti etmez, daha çok bir çözülmeye, yıpranmaya, parçalanmaya ve yerine yenisinin gelmesine işaret eder. Freud’un histerik kadın hastaları çözümü/cevabı ya kocalarında (Kasabın Güzel Karısı), ya başka bir kadında (Dora), ya doktorun kendisinde (Anna O) ya da psikanalizde bulduklarına inanıyorlardı. Bir şeye bağlıydılar, diğer insanları sorgulasalar bile onlara inanabiliyorlardı. Hoşnutsuzluklarının öznel sorumluluğunu değişen ölçülerde alabiliyorlardı. Aynı zamanda ötekinin arzusunun ne olduğu sorusuyla da ilgileniyorlardı. Japonya örneğinin bize gösterdiği ise öznelerin ötekinin/Öteki’nin arzusuyla ilgilenmeyi büyük ölçüde bir kenara bıraktıkları yönünde; toplumsal hayattan çekilip kendi internet dünyalarında, kendi internet aşıklarıyla vakit geçiriyorlar. Ama dertlerine hemen anında çözüm isteyen birisi için ya da anında ve mümkün olan en büyük miktarda doyum isteyen birisi için bu soruları sorabilmesinin imkanı var mı? Pek te öyle görünmüyor. 

 

Bütün bu sorular (Aşık mıyım? O bana aşık mı? O diğer kadını niye seviyor? Niye onu benden fazla seviyor? Nasıl kendimi sevilebilir biri haline getirebilirim? O benden ne istiyor? Ona bunları verebilir miyim? Birçok açıdan yetersiz biri miyim? Değil miyim?) aslında bizim kimliğimizi de kuran şeyler, eğer bu soruları soramazsak kimlik hissimizde kaçınılmaz bir istikrarsızlık baş gösterecektir. Geriye kalan ise tatmin talebine sıkışıp kalmış bir özne olacaktır, ki bu öznenin yok olmasıyla aynı anlama gelebilir.

 

Elimizde kalan çoğu zaman şu his olmuyor mu? İstediğimiz bir şeye ulaşınca anlık bir tatminden sonra aradığımızın bu olmadığı hissine kapılıyoruz. Tüketim daha çok tüketimi kışkırtmanın dışında bize bir şey sağlamıyor aslında. Ama yine de bunu yapmaktan vazgeçmiyoruz, bu yüzden bu yapısal etkiyi bağımlılığa benzetiyorum. Uyarım için daha çoğunu almak gerekiyor ama buna tolerans gelişiyor ve daha da çoğunu almak gerekiyor. Burada tatmin üzerinden işleyen bir kısa devre var: sonuçta ise kendisi tükenmiş, hayal kırıklığı içinde, tatminsiz bir özneyle karşı karşıya kalıyoruz.   

 

Klinik bir perspektiften bakıldığında, efendi söyleminden kapitalist söyleme bu geçiş, çağdaş psikopatolojideki bazı değişikliklerle kanıtlanır ve Lacancılar arasında çağdaş belirtiler (“new sypmtoms”) dedikleri şeyle ilgili pek çok tartışmaya yol açar (Miller, 1993; Loose, 2002; Verhaeghe, 2004, 2014; Voruz ve Wolf, 2007; Goldman-Baldwin ve diğerleri, 2011; Redmond, 2013). Bağımlılık, panik veya sınırda işleyiş durumları dahil olmak üzere bu tür semptomlar, deşifre edilmesi gereken metaforik yapılar olarak değil, ezici artı jouissance’ın (yani zihinsel olarak yıkıcı bedensel gerilimin) öznel ifadeleri ve tepkileri olarak düşünülür. Başka bir deyişle, bu belirtiler artık esas olarak ötekiyle ilişkili olarak çatışmayı ve imkansızlığı değil, temel uyumsuzlukla yüzleşmeye tepki olarak ortaya çıkan krizleri yansıtır.

 

“I can’t be bothered.”

 

Peki sonuçta ne olup bitiyor? Yukarıda da belirttiğim gibi, Freud’un zamanında klasik olarak, özellikle kadınlar, cinsel dürtülerini bastırdıkları için, bundan feragat ettikleri için semptomların geliştiği düşünülüyordu. Örneğin Anna O, babasına bakmak zorunda kaldığı için, dışarıda eğlenen gençlerin yanına gidip onlarla birlikte eğlenme hakkından mahrum kaldığı için semptomlar gelişmişti. O zamanlar hemdışsal otoritenin baskısına hem de öznenin kendi arzusundan feragatine yorulan bu yasaklama aynı zamanda klasik paternal otoriteye karşı bir başkaldırıyı da motive ediyordu. Bugün olan ise tam tersi, insanlar kendileri bu “haktan” kendilerini uzak tutmak istiyorlar, bunu bir hak gibi görmeyi bırakın, yapmak istemedikleri bir şeyin tezahürü olarak telakki ediyorlar. Freud’un zamanından bizim zamanımıza cinsellik, beden, haz, arzu gibi alanlarda bir şeylerin değişmiş olduğu kesin. 

 

Aslında bu durumda görünür bir paradoks da yok değil. Çünkü bir taraftan bedenimizden haz almaya yönelik olarak üzerimizde daha çok talep hissediyoruz ve bu çok daha kolay elde edilebilir gibi duruyor. Her ne kadar etrafımız bedenlerin artan sayıdaki görüntüsüyle -özellikle internette- dolup taşsa da bu tam da Lacan’ın söylediği “cinsel ilişki yoktur” vecizesine tanıklık ediyor. Bedenler belki daha çok karşılaşıyor ama bu, iki fantazinin, iki arzunun karşılaştığı anlamına gelmiyor. Bu nedenle Japonya’daki “sekkusu shinaishokogun” gençlerini bu duruma karşı bir protesto olarak da okuyabiliriz. Sonuçta onlar kendini her durumda, her yerde, her ülkede dayatan bu jouissance rejimine karşı çıkıyorlar ama bir yandan da bu rejimin doğrudan bir sonucunu somutlaştırıyorlar.

*2022 yılında Lacan Sempozyumu’nda yapılan konuşmanın metnidir.