Sapkınlık nedir? “Gayet iyi biliyorum ama yine de . . .”*

Özgür Öğütcen

“Cinsellik kavramının çocukların ve sapkın denenlerin analizinin gerekli kıldığı üzere ‘çekiştirilmesi’ne gelince, psikanalize yüksek bir bakış noktasından küçümsemeyle bakan herhangi bir kişinin, psikanalizin genişletilmiş cinselliğinin ilahi Platon’un Eros kavramına ne denli yaklaştığını anımsaması gerekir.”

Freud, 1920, Cinsellik Üzerine Üç Deneme’nin dördüncü basımına önsöz[1]

FREUD

İnsan cinselliğinin tezahürlerinin, hem “normal” kabul edilen hem de sapma kabul edilen biçimlerinin, çok geniş bir çok-biçimlilik arz etmesi sapkınlık sorunsalını ikiye bölen bir hat oluşturuyor. Bu hattın çizdiği sınırların bir tarafında sapkın olarak tanımlanan bireyler yer alırken diğer tarafında ise cinselliğin bizatihi kendisine içkin sapkın özellikler bulunması yer alıyor. 

Freud’un meslek yaşamının başında ne toplumla ne de bilimsel çevrelerle çatışmacı bir tutum içine girmek istememesi onu sapkınlığı insan doğasının hayvani yanıyla tanımlayan zamanının bilimsel popüler söylemine yaklaştırmıştı. Bununla birlikte Freud, özellikle dipnotlarda belirginleşen kendine yönelik eleştirel tutumuyla, çocukluk çağı cinselliğini ve genel olarak cinselliği çok-biçimli sapkın ilan edince konumu tamamen değişmişti. Bu sadece onun konumunu değiştirmekle kalmadı, cinselliğin doğasının ne olduğuna ilişkin sorunsalı da yerinden oynattı. Freud sayesinde sapkınlık, yani hem sapkın özneler hem de sapkın cinsel davranışlar bir damga, aşağılayıcı bir dejenerasyon olmaktan çıkıp anlaşılması gereken bir yapı statüsüne yükseldi. Bu hususta Freud’un “normal” olarak adlandırılan kategoriyi de dönüşüme uğrattığını söylemek yerinde olur. Ama bu, adım adım gerçekleşti. Freud böylece kendisinden önce gelen ve cinselliği ve onun sapmalarını teorize eden kuramcılarla arasına bir mesafe koymuş oldu. Bu sayede çağının bilimciliği, evrimciliği ve konformist orta yolculuğu karşısında dirençli ve hatta yer yer uzlaşmaz bir klinik alan inşa edebildi.   

Freud’un 1895’de Breuer’le birlikte kaleme aldığı Histeri Üzerine Çalışmalar’dan 1905’deki Cinsellik Üzerine Üç Deneme’ye kadar olan dönemde sapkınlıklarla doğrudan ilgilenmediği ama bunları daha çok çağının anlayışına uygun olan ahlakçı bir bakışla insan doğasının bozulması, dejenerasyonu ya da insanın hayvani yanı olarak gördüğü bir vakıadır. Örneğin 1897 yılında Fliess’e yazdığı N Elyazması’nda, sapkın cinsel özgürlüğe karşı olduğunu söylediğinde, o zamanın görüşlerini paylaşır. 

Aslında Freud sapkın yetişkinden histerinin etiyolojisinde bahsetmiş ve sonra bunu geri çekmişti; başta histeriklerin babalarının sapkın kişiler olduğu fikrini ileri sürse de, ki bu her durumda hemen bütün babaları zan altında bırakan aşağılayıcı bir ton içeriyordu, sonradan baştan çıkarma kuramını bir kenara bırakmasına yol açan fantezi kavramını geliştirmişti. Freud baştan çıkarma kuramını geri çekerken git gide yükselen fantezi kavramı aslında tam da sapkınlığı anlamak için bu kavrama başvurmanın gerekli olduğunu ortaya koyuyordu ve nihayetinde Freud’un ilk dönem çalışmalarındaki “sapkın baştan çıkarıcı” hemen tamamen gözden kayboldu. Böylece sapkınlık otoerotik bir itki tarafından belirlenen bir şey hâline geldi. Otoerotizm ve ilkel benlik arasındaki ilişki ruhsal aygıtın gelişimindeki bir duraklama ile ilişkilendirilen bir gerileme olarak görülmeye başlandı. Bu kavramsallaştırma hattı içinde Freud, sapkınlığı nevroz ve paranoya ile birlikte tartışmaya başladı ve böylece sapkınlığın genel hatları belirginleşti. Bu tartışmanın bir diğer yanında ise Freud tarafından biseksüaliteden bahis açılmıştı; biseksüalite bir sapma olarak değil, tam tersine bütün insanlarda var olan cinselliğe içkin bir özellik olarak kayda geçti. Bu sayede Freud nesne seçimi ve cinsel amaç etrafında şekillendirdiği kendi kısıtlayıcı sapkınlık tanımına bir genişleme getirmiş oldu. Öte yandan Freud ilk baştaki görüşlerinden uzaklaşmış olsa da temkinli olmayı sürdürdü. 

Sapkınlık meselesi bir yerde daha Freud’un karşısına çıktı: Sansürün zayıfladığı veya tamamen ortadan kalktığı rüyalarda hemen bütün öznelerde sapkınlığı andıran fantazmatik öğeler ortaya çıkıyordu, bu nedenle sapkınlık ve cinsellik ilişkisini tanımlamak git gide daha da önemli bir mevzu hâline geldi.

Ama asıl taçlandıran dokunuş 1901 yılında yazıldığı halde 1905’de yayınlanan Dora Vakası[2] ile geldi. Freud burada kendi konumunu açıkça ortaya koyuyor, bu noktada altının çizilmesini hak ettiğini düşündüğüm uzun bir alıntı yapacağım Freud’dan:

“Cinsel sapmalar olarak adlandırdığımız şeyler -cinsel işlevin sınırlarını ya ilgili beden bölümü ya da seçilen cinsel nesne yönünden aştığı durumlar- hakkında öfke duymaksızın konuşmayı öğrenmeliyiz. Farklı ırkları ve zaman dilimlerini göz önünde bulundurduğumuzda, normal cinsel yaşam olarak adlandırmamız gereken şeyin sınırları konusundaki belirsizlik partizanca ateşlilikleri soğutmak için yeterli olmalıdır. Kuşkusuz bize en itici şey olarak gelen sapmanın, bir erkeğin diğer bir erkeğe duygusal sevgisinin, Grekler gibi uygarlık açısından bizden üstün olan bir ulus tarafından yalnızca katlanılmakla kalmayıp önemli toplumsal işlevler de yüklendiğini unutmamalıyız. Her birimizin cinsel yaşamı normalliğin ölçüleri olarak kabul ettirilen dar çizgilerin ötesine hafif bir derecede -bazen şu bazen bu yönde- taşar. Sapmalar sözcüğün duygusal anlamıyla ne hayvanca ne de yozlaşmış şeylerdir. Tümü çocukluğun ayrımlaşmamış cinsel doğasında bulunan ve baskılanarak ya da daha yüksek, cinsel olmayan amaçlara dönüştürülerek -yüceltilerek- kültürel başarılarımızın büyük bir bölümü için gerekli olan enerjiyi sağlama amacına yönlendirilmiş olan tohumların gelişimidirler. Dolayısıyla herhangi bir kişi tam ve açık bir sapkın haline geldiğinde onun sapkın kalmış biri olduğunu söylemek daha doğru olacaktır, çünkü o belirli bir ketlenmiş gelişim evresi sergilemektedir. Tüm psikonevrotikler gelişimleri boyunca bastırılmış ve bilinçdışı hale gelmiş çok belirgin sapkın eğilimleri olan kişilerdir.”[3]

Freud burada sapkınlığı cinselliğin tam kalbine getirip yerleştirerek bütün paradigmayı tersyüz etmiştir. Artık sapkınlık yozlaşma, dejenerasyon, evrimde geri kalmış bir basamağı temsil eden bir olgu değil, nevrotikler de dahil, her öznenin cinselliğine damgasını vuran bir özellik olarak görülmektedir. Ancak burada bir ayrım getirmek gerekiyor: Yapı olarak sapkınlıkla, cinsellikte gözlemlenen ve çoğu zaman kişinin uyarılması için gerekli erotik koşulu sağlayan sapkın öğeler birbirinden ayrı tutulmalıdır. 

Öyleyse sapkınlık meselesiyle yakından ilgilenen herkesin karşısına şöyle bir ayrım yapma zorunluluğu çıkıyor: Bir tarafta ruhsal yaşamın ve nevrotik öznelerin fantezilerinin evrensel bir özelliği olarak sapkınlık (“sapkın özellikler”) fikri vardır, diğer tarafta ise ayrı ve belirgin bir psişik yapı olarak kendisini sapkın öznenin fantezilerinden çok eylemlerinde kendini açığa vuran sapkınlık vardır. Her durumda mesele bunun kastrasyon tehdidine, kayıp tehdidine verilen bir cevap olmasıdır.  

Yukarıdaki alıntının devamında, Freud’un meşhur ifadesi yer alıyor: “…nevrozlar, deyim yerindeyse sapkınlığın negatifidirler.”[4] Bu alıntıların olduğu yere dikkat kesilmemiz gerekiyor, yani Dora vakasına. Freud aşama aşama histeri ve sapkınlığı birbirinden ayrıştırmaya başlarken aynı zamanda nevroz ve sapkınlık arasındaki ortak noktaları da ortaya koymaktadır. Ve bu çabasını çocukluk çağı cinselliği bağlamında sürdürmektedir. Öyleyse ortaya çıkan sorunsal sapkınlığa özgü olanın ne olduğunu, bunun yerini saptamayı gerektirmektedir.  

Freud Cinsellik Üzerine Üç Deneme’nin hemen başında, bir yapı olarak sapkınlığı tanımlamasa bile, sapma olarak telakki edilen durumlara ilişkin kendi konumunu büyük bir açıklıkla ortaya koyar.[5] Freud, sapkınlık meselesini Cinsellik Üzerine Üç Deneme’de ele aldığında bunu iki açıdan yapar:

  1. Cinsel nesne seçimindeki sapma,
  2. Cinselliğin amacından, yani üreme amacından sapma.

Aslına bakılırsa Freud burada, nevrozun ve psikozun yanında üçüncü bir yapı olarak sapkınlıktan bahsetmekten çok, genel olarak insan cinselliğinin doğasını sorgulamaktadır. Diğer yandan adı geçen bu metinde ve bunu takip eden çocukluk çağı cinsel kuramları üzerine olan metninde ayak ve saç fetişizminden cinsel sapmalar olarak bahsettiğinde konu çocukların cinsel kuramlarına bağlanır. Ve buradaki mesele kadınların da penisinin olup olamayacağıdır. Penisin kimde olup kimde olmayacağı küçük çocuk için baştan cevabı bilinen bir soru değildir. 

Bir sonraki yıl Küçük Hans vakasının yayınlanmasıyla birlikte kastrasyon kavramı tablonun merkezine yerleşir; kaldı ki kastrasyon bir taraftan annenin penisinin varlığına gönderme yaparken diğer taraftan Hans’ta fobinin gelişiminin odağına yerleşmiştir. Freud’un Leonardo üzerine olan metni fallik anneye dair fanteziyi sahneye çıkarır. Tam da bu metnin yazıldığı yıl analizine başladığı Kurt Adam ile doruk noktası gelir; Freud klinikten edindiği deneyimi teorisiyle eklemleme olanağına kavuşur. Kökensel bastırma belli bir temsil üzerinde yoğunlaşmıştır, ki bu da maternal fallustan başka bir şey değildir. Böylece Freud açısından belli bir teorik ve klinik alan birbiriyle ilişkilenir: kadınların penisinin olmamasının görsel algısı, kastrasyon, bastırma ve fallus. Freud’un baştan beri biyolojik bir organ olan penisten bahsederken, belli bir zamandan sonra fallus terimine “fallik” şeklinde, daha çok sıfat olarak- değinmesi kayda değerdir. Çünkü biyolojik bir organdansa bedenin bir organı olmayan fallusun üstünlüğünden açık açık bahseder Freud. Kesin konuşmak gerekirse, Freud “fallusun üstünlüğü”nden 1923 yılında yazdığı Çocuksu Cinsel Organ Örgütlenmesi[6] metninde çok belirgin bir vurguyla söz eder.

Freud’da sapkın baba fikri sadece histeriklerin babalarıyla ilgili ortaya atılmamıştır, Totem ve Tabu’daki ilk baba miti de bu sapkın baba fikrinin başka bir versiyonu olarak görülebilir. İlk babada da sorun bu babanın bizatihi kendisini sınırlandıracak bir sınır çizgisi, bir limit olmamasıdır. Histeriklerin babalarına atfedilen sınırsızlıkla ilk babaya atfedilen sınırsız keyif arasındaki paralelliği görmemek mümkün değil. İlk babaya sınır ölümle getirilecektir; ilk babanın öldürülmesi bir kategori olarak erkekleri kastrasyon işlevine tabi hâle getirecektir. Kadın kategorisi ise kastrasyona tabi olsa dahi Freud’a sorun yaratmaya devam eder, ta ki bu sorun Lacan tarafından “Sexuation denklemleri”nde ele alınana değin. 

Görüldüğü üzere sapkınlık ve sınırlandırma işlevi arasında bir ilişki var. Burada bir sınırlama işlevi tarafından sonlandırılan ilişki anne ve çocuk arasındaki ayrıcalıklı ilişkidir. Kastrasyon anne ve çocuk arasındaki imgesel ilişkinin baba tarafından sona erdirilmesidir. Baba simgesel bir operatör olarak çocuğu imgesel fallustan mahrum bırakır; burada söz konusu olan imgesel fallus anneyi tamamlayan şeydir. Dolayısıyla anneden de bir şey eksilir ve anne arzular hâle gelir, bu sayede çocuk için annenin ayrıcalıklı yegâne nesnesi olmanın önü kapanır. “Eksik fikri” hem Freud’da vardır (kayıp nesne olarak), hem de Lacan da (objet petit a olarak). Her özne bu kayıpla kendi yapısının ona öngördüğü usulle baş etmek zorunda kalır. 

Sapkınlıkla ilgili olarak, Freud’un Cinsellik Üzerine Üç Deneme‘de ortaya koyduğu asli mesele, kısmi dürtülerin bir bileşimini bulduğumuz küçük çocuklarda daha çok doyum vermesi ya da diğerlerinden daha uygun olması anlamında bedenin belli bir bölümünün ya da özel bir cinsel pratiğin ayrıcalıklı olmadığıdır. Sadece çocuğun psikoseksüel gelişimi ve Oidipus Kompleksi ile mücadele sırasında, Freud’un zamanında tıbbi olarak onaylanmış bir normu temsil eden genitalitenin öncülüğü altında yer alan, adı geçen bu kısmi dürtülerdir. Ancak, dürtülerin bu şekilde bir “düzenlenmesi” başarılsa bile, kısmi dürtüler tamamen yok olmazlar, genital cinselliğin ikincil bileşenleri olmaya devam ederler. Yani cinselliğin tam, tamamlanmış, istikrarlı bir hâli dürtülerin bu özelliğinden dolayı başından itibaren mümkün değildir. Cinsellik daha çok parçalanmaya, istikrarsızlaşmaya eğilimli bir tür dürtü montajı tarafından güdülenmektedir. Dürtünün kendisi sapkındır; dürtü özneyi üreme amacından da cinselliğe özgü ileri düzeyde ayrıcalıklı bir nesneden de çekip almaya meyillidir. 

Çocukluk çağı cinselliği bağlamında Freud’un görüşlerini özetlersek: bir yandan geride bırakılan zemin, yaygın biçimde “normallik” olarak düşünülen şey değil, daha ziyade çok-biçimli sapkın bir konumdur. Pek çok psikanalistin kabul ettiği üzere, bu sapkınlıktan “normalliğe” doğrudur, ters yönde değil. Dolayısıyla sapkınlığın kendisi bu bağlamda normaldir, çocuklarda evrensel olarak mevcuttur, yukarıda da alıntıladığım üzere Freud’un kavrayışında normalliğe içkindir. Öte yandan ise daha sonra “normal” olarak kabul edilen, hatta heteroseksüel cinsel ilişki olarak kabul edilen şeyde, adına sapkın özellikler denilen şeyler sürer, çünkü bunlar cinsel uyarılmayı ve doyumu destekler ve güçlendirirler. Dolayısıyla ihlal edilen bir hat yoktur; daha ziyade farklı evrelerdeki farklı önemdeki farklı bileşenleri taşıyan bir süreklilik boyunca bir hareket söz konusudur. 

Yukarıdaki açıklamalar Freud’un formülasyonundaki bir sorunu vurgulamaktadır: Eğer kısmi dürtülerin ve bunların nesnelerinin dolaşıma girdiği bir süreklilik varsa, normallik ve sapkınlık arasındaki ayrım nasıl devam ettirilebilir? Freud cinsel amacın varyasyonları ve patolojik semptomlar arasında keskin bir sınır çizme konusunda bir güçlük olduğunu teslim ederek, o zaman için cinsellik alanında söz konusu olan bu problemi fark etmişti. Bununla birlikte, onun yine de normal ve patolojik sapkınlığı ayırt etmek için biraz tuhaf kaçan bir çözümü vardı: eğer sapkınlık normal cinsel amacın ve normal cinsel nesnelerin yerine sabit biçimde geçiyorsa buna “patolojik sapkınlık” diyordu.[7] Ama bu tanımda bir çıkmaz olduğu aşikâr, çünkü yine sapkınlık ve normallik arasındaki sınırları bulanıklaştırma tehdidi baş gösteriyor. Bir şey hem normal cinselliğin parçası olarak tanımlanıp hem de bunun patolojik olduğunu söylemek sorunu çözmektense ötelemekten başka bir şey değil.

Bu anlayış heteroseksüel genital ilişkide özel bir saplanmanın da sapkın olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna yol açmaktadır. Aslında, bu düşünce tarzına göre “normalleşme süreci patolojik olan şeydir, çünkü normalleşme arzuyu ‘sabitler/düzeltir’ ve cinsel yönelimin dışavurumunu semptomu olarak üretir.”[8] Bu süreçte arzunun hareketliliği ya da metonimisi, “önce insanlara doğru, daha sonra karşı cinsiyetten insanlara doğru, ondan sonra karşı cinsiyetteki kişilerle belirli cinsel eylemlere doğru ve çoğu zamanda belirli bir kişiyle belirli bir eyleme doğru giderek daha sınırlı hâle gelir.”[9] Yani normalleşme adı verilen olgu arzunun ve cinsel eylemin git gide daha da sınırlanmasından ibarettir bu açıklamaya göre. Bu kadar sınırlama getirilince sapkınlığı çok geniş bir şekilde tanımlamak gerekir ve bir kez daha sapkınlık ve normallik arasındaki sınırlar keskinleşmek yerine belirsizleşir. 

LACAN

Freud’un gözlemlerinden yola çıkarsak cinselliğin normalleşmeye ayak dirediği açıktır. Cinsel eylemin kendisinde, hem nesne seçiminde hem üreme amacından sapmada hem de doyumun erotik koşullarında, adacıklar hâlinde kısmi dürtülerden köken alan sapkın özellikler var olmaya devam etmektedir. Bunu takiben Lacan, normallikten sapkınlığın nasıl ayırt edileceği ikilemini aşarak, Freud’dan çok daha radikal bir şekilde normallik meselesi ile ilgilenmiştir. Lacan’ın yapısal yaklaşımında normallik diye bir kategori yoktur. 

İnsan olmak ve insan toplumunun bir parçası olmak için, her yaşayan varlık bir şeyden vazgeçmek zorundadır ve bu kaybı ele alma biçimi, onların nevrotik, psikotik ya da sapkın bir özneye dönüşüp dönüşmeyeceğini belirleyecektir; bu “kayıp”la baş etmenin “normal” bir yolu yoktur; nihayetinde “normal” daha çok toplumsal ve kültürel olarak onaylanan ideallerle ilgilidir. Sapkınlık, aynı nevroz ve psikoz gibi, bir cevap bulma girişimidir, bu cevap her insanın yüzleştiği bu kökensel kayba verilen bir yanıttır. 

Lacan’ın sapkınlık formülasyonu ihlal ve normallik kavramlarına bağlı değildir. Lacan bu konuda şöyle diyor:

Sapkınlık nedir? Sapkınlık basitçe toplumsal ölçütlerle ilgili bir sapma değildir, iyi ahlak kurallarına karşıt bir anomali değildir, her ne kadar bu düzen yok değilse de, ne de doğal kriterlere göre atipiktir, yani cinsel birlikteliğin üreme ereğinden az ya da çok ayrışmaktadır. Onun yapısında başka bir şey vardır.[10]

Öyleyse Lacancı bir bakış açısından, herhangi bir cinsel pratiği sapkınlığın ortak paydası yapmak mümkün değildir. Yani bir kişinin şu ya da bu cinsel pratiği uygulaması, bunu talep etmesi ya da bununla uyarılması o kişiyi sapkın yapmaz. Ne de, Lacan’ın yukarıdaki tanımından anlaşılacağı üzere, toplumsal kriterlerle, ahlak kurallarıyla ya da doğal ölçütlerle sapkınlık tanımlanabilir. Her insan özne hâline gelmekle ilgili aynı çıkmazlarla yüzleşir. Nevroz, psikoz ve sapkınlık kategorilerini ayıran tümünün bir bedene sahip olma, erkek ya da kadın olma, dünyada bir anlam bulma ve ötekilerle ilişkilerimizde kendimize bir yer edinme sorularına farklı cevap verme yolları olmalarıdır. 

Kayıp, eksik ve bunlardan kaynaklanan arzu kavramları genelde Lacan’ın teorisine özgü kavramlar olarak görülse de, tüm psikanalitik ekoller insanın yaşama bir kayıpla başladığı konusunda aşağı yukarı hemfikirdir. Kayıp, anneyle olan simbiyotik ilişkiden ayrı bir insan olarak öznenin ortaya çıkması ve dünya ile aktif bir ilişkiye başlangıç yapmak için gerekli bir koşuldur. Lacan’a özgü olan sapkınlığı -aynı nevroz ve psikoz gibi- gelişmekte olan özne olarak çocuk, çocuğun ayrılması gereken önemli bir Öteki -genellikle anne- ve bu ayrılmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan eksik arasındaki spesifik bir konfigürasyon olarak görmesidir. Freud’un sapkın kısmi dürtü bileşenlerinden söz ettiği yerde Lacan üç bileşenden oluşan sapkın bir üçgenden ya da yapıdan söz eder: çocuk, Öteki ve eksik.

Başlangıçta anne ve çocuk arasında her ikisi için de tam/bütün hissetme anlamında belirli bir keyif almalarını sağlayan simbiyotik bir ilişki vardır. Bu, önce doğumla birlikte ve sonra da “sen”, “ben”, “anne”, “baba”, “çocuk” terimleriyle ayrılığı ifade eden dilin girişiyle bozulur. Çocuğun kaybettiği şey, annenin bizatihi kendisi değil, ama bir-olma hissinden alınan tatmin ve bunu garanti eden nesnedir. Bu kayıp, Lacan tarafından, ayrılma anında hem yaratılmış hem de kaybedilmiş bir nesnenin kaybı olarak kavramsallaştırılmıştır. Bundan sonra, bu nesne arzunun nedeni olarak işlev görür. Arzu böyle doğmuştur; çocuk şimdi orijinal birliği yeniden kurmak için çabalayacaktır. Anne de çocuğuyla bir-leşme-nin muazzam doyumunu özleyecek ve onu yeniden kazanmayı arzu edecektir. Ancak, orijinal kayıp geri alınamazdır ve nesne de telafi edilemezdir. Bu, anne ya da çocuk için hiç de hoş karşılanmamış değildir, çünkü nihai birliğin özlemini çekerken, aynı zamanda diğer psikanaliz teorileri tarafından da tasvir edildiği gibi, Öteki tarafından yenip yutulmak da vardır. Çocuğun ve aynı zamanda annenin bu ikilemle başa çıkmasına yardımcı olmak için, simgesel bir fail olarak anlaşılan baba, temelde çocuğa anneyle birlik olamayacağını göstermek için müdahale etmelidir, böylece ikisine de kendi arzularıyla tatmin olabileceklerini göstermiş olur. Çocuk babanın müdahalesiyle annenin arzuladığı, kendi kapasitesini ve menzilini aşan şeyler olduğunu anlamalıdır. Bu çocuğa hüsran yaratıcı gelmekle birlikte, anneyi tatmin edecek nesne olma iddiasını ortadan kaldırmaktadır ve böylece kaybettiği şeyin yerine başka şeyleri ikame etmek için kendi arzusuna sahip bir özne hâline gelebilir. 

Bu süreç eksiği ifade eden gösterenlerin, kelimelerin işe koşulmasına dayanır. Sadece gösterenler tarafından desteklendiğinde, imgesel bir nesneye erken dönem saplanmanın ötesine geçmeye ve bir gösterenden diğerine gitmeye başlar. Bu sayede sonsuza dek doyum nesnesi olmakla ilgili ısrarcı talep yerine, arzu gösteren tarafından dolayımlanarak hareket etmeye başlar, kendi açılmasının her adımında yeni anlam yankılanmaları üretir ve bu, gösteren aracılığıyla arzunun zuhur edişi imgesel nesnenin bir tür yıkımıdır. Sonuçta ikamelere izin çıkar, çünkü arzuyu tatmin edebilecek bir nesne yoktur, bunun yerine geçenler vardır. 

Bütün bunlar, kaybın kabul edildiği, simgeselleştirildiği ve bastırıldığı nevrotik gelişimde olanlar. Nevrotik özne bunu az çok başarılı bir yolla ikameler temin ederek yapar, ama her zaman hiçbir şeyin doğru yerinde olmadığından, hiçbir şeyin eksiği dolduramayacağından yakınarak bunu yapar. Nevrotik ya doğru kişi değildir ya doğru yerde değildir ya da isteneni veremeyendir -ya fazla verir ya az- veya en nihayetinde o ne istediğini bilmeyendir. Nevrotikler daima kendi arzularıyla ve Öteki’nin arzusuyla mücadele içindedirler. Öte yandan, sapkın öznenin sorunu ise onun doyum sağlayabilecek bir nesne olduğunu düşünmesinde yatmaktadır. Freud’un dediği gibi, arzunun yerine saplanma vardır; arzu saplanmaya taban tabana zıttır. Sapkın arzulamaz, talep eder ve bu talep bir nesneyi hedeflemektedir. 

Sapkınlığa özgü olan, onu oluşturan mekanizmanın inkâr (Verleugnung) olduğunu söylemiştik. Bruce Fink inkârda kayıtlı olan çelişkiyi şöyle tanımlar: “Babamın beni annemden ve onun varlığından aldığım (gerçek ve/veya fantezide hayal edilmiş olan) jouissance’dan ayrılmaya, ‘diyet ödemeye’ zorlamadığını çok iyi biliyorum, ama onun yerine koyabileceğim biriyle böyle bir zorlamayı ya da ısrarı sahneleyeceğim; bu kişiyi yasayı telaffuz eder hâle getireceğim.”[11] Bu alıntının devamında, Fink, sapkının babanın etkisiyle kendi keyfinden vazgeçmediğini söyler, ki bunun bir benzerini, Freud da kastrasyon tehdidiyle mastürbasyondan vazgeçmeyen erkek çocuk için söylemiştir. Bu yüzden sapkının konumu “gayet iyi biliyorum ama yine de…” ifadesinde kendisini bulan hem bir yasağın kaydedildiği hem de ihlal edildiği açıkça çelişkili bir konumdur. Sapkın açısından nesne de -Lacancı terimlerle söylersek a nesnesi– doğru konumda, yani arzunun nedeni olma konumunda değildir. Nesne nevrozda kayıptır, oysa sapkın nesneyi kayıp olmaktan çıkarıp eski yerine geri koymaya çabalar, örneğin egzibisyonist toplumsal olarak çıkarılmış olan bakışı geri dahil etmeye çalışır. Kendisi de bu nesnenin ta kendisi olmaya çabalar, kısacası kaybı bu şekilde, kendisiyle yok etmeye çalışır. Bu nedenle sapkının analize gelmesi, gelse bile analisti arzunun nedeni olan nesne konumuna yerleştirmesi her zaman zordur.  

Sapkınlıktaki başarısızlık, çocuğun orijinal simbiyozu ve bununla ilgili keyfi geri kazanması için olan annenin talebinden ayrılmakta başarısız olmasıdır. Burada, çocuk anneden ayrı hâle gelmiştir, “sen” ve “ben” vardır, çocuk artık Öteki’nin bir parçası değildir, Öteki’yle ilişki içinde bir yeri vardır.  Ancak çocuk annenin eksiğinden ayrılmakta başarısız olmuştur, ki bu da eksiğin arzu açısından değil de jouissance ve kayıp nesne a için bir talep açısından algılanmasıdır. İlk kayıptan, kendisine yabancı olan ve orijinal birliği bozan bir düzene sokan simgesel kastrasyondan, muzdarip olan sapkın çocuk bu durumu eski haline döndürmek için çaba gösterecektir ve böylece anneyi de eski haline döndürmek için. Bu seviyede kastrasyon etki etmemiştir. Sapkın çocuk annenin belirli bir “şeyi” talep ettiğini farz eder, bu belirli “şey” Öteki’ne jouissance sağlayan nesnedir. Birliği yeniden kurma girişimlerinde cesareti kırılmamış olan çocuk, annenin eksikliğini çektiği nesneyi cisimleştirme konumunda hapsedilmiş olarak kalır, hem annenin hem de kendisinin hiçbir eksiklerinin olmadığını iddia ederek bunu yapar -ki bu Freud’un annenin kastrasyonunun inkârı dediği şeydir. Lacan’ın Freud’un kavrayışına eklediği şey, çocuğun annenin kastrasyonunu inkârını anneyi tamamlayan eksik nesneyle bilinçdışı olarak özdeşleşmesi sayesinde gerçekleştirdiğidir. Böylece sapkın çocuk annenin keyfinin bir aleti hâline gelir ve kendini böyle görür. Hem annenin hem de çocuğun arzusu telaffuz edilmemiş olarak kaldığı için, çocuk eksiği simgeselleştiren gösteren olarak fallusla karşılaşmamıştır. Annenin eksiği arzu açısından değil, nihai bir zevki getirebilecek olan bir nesne açısından algılanır. Çocuk için travmatik an, Freud’un anladığı gibi, annenin penise sahip olmadığının keşfi değildir; travmatik an bu eksik için bir gösteren olmamasıdır, ki bu gösteren -eğer olursa- annedeki delik için bir dayanak olacaktır ve böylece çocuğu bunun içine düşmekten koruyacaktır. Annedeki bu deliği tıkayan deliğin dibindeki gösteren fallustan başka bir şey değildir. Bu gösterenin olmaması çocuğun anneyi tamamlayacak nesne olmayı deneme olasılığını açık bırakır, böyle bir gösteren olmaksızın daima eksik olan ve arzulayan annenin ortaya çıkması mümkün değildir. 

Asla tamamen tatmin edilemeyecek arzunun yerine kelimeleri değil ama bedeni içeren aracısız ve karşı konulamaz bir keyif vardır. Bu keyfin somut biçiminin ne olacağı çocuğun annenin istediği ve hoşlandığı şeyi nasıl yorumladığına göre şekillenir. Başlangıçta, annenin çocuğa verdiği mesajların çoğu, Freud’un tanımladığı kısmi dürtülere karşılık gelen temel bedensel işlevlere odaklanacaktır. Anne kendisini ayrıntılı bir beslenme pratiğine adayabilir veya çocuğun tuvalet eğitimine titiz bir dikkat gösterebilir ya da çocuğunu hayran bırakmak için bakışını ya da sesini kullanabilir. Bu şekilde, kısmi dürtüler, anne ve çocuk arasındaki ilişkide, her biri kendi ayrı nesnesiyle ve çocuğun sabitlenebileceği erojen bölgeyle birlikte güçlendirilir. Sapkınlık vakalarında amaç arzuyu dizginlemek değildir. Aksine, özdeşleşme, talep ve eksiğin doldurulabileceği fikrinin olduğu yerde arzu yaratılmalıdır. Sapkın özne, eksiğe farklı bir çözüm bulmak için, kendisi ile anne arasındaki ayrıcalıklı ilişki dışında bir şey istemek zorundadır, boşluğun içinde doldurulamayan bir şey yaratmak zorundadır. Sapkınlıkta böylesi bir yaratım namevcuttur.

Sapkınlıkta belirli bir cinsel pratiğe ya da davranışa karşı bir arzu yoktur, çünkü sapkınlıkta arzu yoktur, onların başlangıçtaki kaybı arzu biçimi içinde eklemleme şansları olmamıştır. Bunun yerine sahip oldukları şey, onu ifade etmekten ziyade arzuyu harekete geçiren, onu ortadan kaldıran bir nesne ile özdeşleşmektir. Arzu etmek yerine, arzunun tersine, tekrarlayan, her zaman aynı şeyi talep eden ve belirli bir nesneye yönelik bir fiksasyon talebini dile getirip getirmediklerini merak edebiliriz. 

Eğer sapkınlıkta arzu ve talep birbirine karışmışsa, çağımızın bir özelliğinin arzudan talebe doğru bir kaymayı içerdiğini söyleyebiliriz. Bu değişime katkıda bulunan çeşitli faktörler arasında iki fenomen oldukça net görünüyor: Birincisi, yasayı temin eden baba artık bundan bir elli yıl önce, Lacan’ın zamanında olduğu gibi işlev görmemektedir; ikincisi ise, pek çok metanın mevcut olduğu ve anında erişilebildiği bu zamanlarda arzu gitgide boğulmakta ama talep güçlenmektedir. Eksiğin artık eksik olarak ifade edilmesine gerek yoktur, çünkü çoğu durumda onları talep bile etmek zorunda değiliz, nesneler üzerimize adeta boca ediliyor, sadece istediğimiz şeyi değil, ihtiyacımız olmayanı, hatta daha da fazlasını almamız sağlanıyor. Tabii kendimize şu soruları sormamız gerekiyor: “Bugün sınırları ihlal etmeyi teşkil eden ne?” ve “Günümüzde insanlar sınırları ihlal etmeye daha mı eğilimliler?” Her şeyin mümkün olduğu ve keyif alma yönünde bir emrin var olduğu bir dünyada, her şeyin mümkün olamayacağını ifade eden kaçınılmaz sınırların varlığını tanımakta arzuyla ilgili soru önümüzde durmaya devam ediyor.      

ÇAĞIMIZDA SAPKINLIK 

Lacan’ın 1972 yılında Milano’da bir açıklamasını sunduğu “kapitalist söylem”, içinde bulunduğumuz çağı niteleyen şeyin öznelerin öznelerle değil nesnelerle ilişkilendiğini ifade ediyordu. Burada sonsuz bir döngü oluşur, nesne daha çok nesneyi çağırır, tüketim daha çok tüketim demektir. Lacan’ın burada bahsettiği nesne a nesnesi olsa da, bunun metalara açık bir göndermesi yok değildi. Kendisinden önce gelen dört Lacancı söylem özneler arasında belirli toplumsal ilişki biçimleri inşa ederken, kapitalist söylem bu ilişkinin olumsuzlanmasına, parçalanmasına gönderme yapmaktadır. Yani nihayetinde kapitalizmin anti-sosyal bir etkisi vardır. Diğer söylemlerde bulunan keyif alma sınırı, kapitalist söylemle birlikte yerini, sınırın olmaması, insanların istediklerini yapabilecekleri fikrine bırakmıştır. Sanki bireyler her şeyi sınırsızca seçmekte özgürlermiş gibi bir hava vardır. Tabii ki bu çağımızda öznelerin daha çok sapkın olduklarına değil, toplumsal ilişkinin bir boyutunun sapkın nitelikler taşıdığına işaret ediyor. Klinik olarak sapkınlığın daha çok arttığını söylemek ne kadar mümkün emin değilim, öte yandan psikoz için bu artışın daha olası olduğunu söylemek mümkün görünüyor. 

Her zaman kültür ve toplum içinde var olmakla birlikte, sapkın davranışlar farklı zamanlarda farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Sapkınlık toplumsal alanda zorlu meseleleri gündeme getiriyor, statükoyu, hukuki ve ahlaki yasayı zorluyor, bir dönemden diğerine ortadan kalksa da toplumda belirli tepkileri kışkırtıyor. Sapkınlığın bu netameli doğası bugün için pedofili, tecavüz, nekrofili gibi sapkın durumlara sınırlanmış olsa da geçmişte bu alana dahil edilen tutum ve davranışların -bazen kısa sürelerde- bu alandan çıkarılmış olduğuna tanık oluyoruz. Sapkınlığı toplumsal normlara, hukuki yasalara ya da herhangi türden bir ahlaki uzlaşmaya dayanarak tanımlamak ve onun sınırlarını çizmek psikanalizin işi değil. Çünkü bu alanlardaki sapkınlık tanımları ile psikanalizin sapkınlık tanımı aynı dayanak noktalarına dayanmıyor. 

Freud’un sapkınlığa ve sapkın cinsel davranışlara ilişkin tanımının çok katmanlılığı basitçe herhangi bir cinsel pratiğin sapkın olarak damgalanmasına karşıt bir konum teşkil ediyor. Bu, psikanaliz alanında sapkınlığı “her yerde” ve “hiçbir yerde” diye algılamamızda karşılık buluyor: her yerde çünkü Freud esinli psikanalitik teoride sapkınlık insan cinselliğinin kurucu “anormalliği” olarak kabul görmeye devam ediyor; ki bu sayede Freud’un kuramının belirli bir okuması 20. yüzyılda cinsel hayatın özgürleşmesinde temel bir dayanak olabildi. Ve her şeye rağmen sapkınlık hiçbir yerde de denebilir: Çünkü medyada, edebiyatta, filmlerde ve internette sapkınlığın gözlenmesi yaygın olsa da, bunun klinik ortamda tanısal karşılığı olan sapkınlık çok daha nadir görülür. Hatta bu yüzden Lacancılar arasında “Sapkınlık var mı, yok mu?” diye bir tartışma dahi sürdürülmektedir. Bazı Lacancılar sadece nevroz ve psikozun olduğunu, sapkınlığın ise hem Freud’da hem de Lacan’da teorik yapılar olduğunu iddia ediyorlar. Buna katılmayan Lacancı psikanalistler ise sapkınlığın ayrı bir üçüncü yapısal kategori olduğu fikrini sürdürüyorlar. Bahsi geçen bu son gruptaki analistler için, sapkınlığın kurucu mekanizması olan, Freud’un tanımladığı inkârın (Verleugnung) varlığı sapkınlığın varlığına kanıt oluşturuyor. İlk gruptakiler ise Verleugnung’un nevroz ve psikozda da mevcut olduğunu, yeterince tanımlayıcı ve ayrıştırıcı bir ölçüt olmadığını iddia ediyorlar. Bu gruptaki analistler, çok-biçimli sapkın özelliklerin kalıntılarının nevrotiklerde de sürmesini buna kanıt gösteriyorlar. 

Ataerkilliğin gerilemesiyle birlikte sınırlara ilişkin muğlaklığın artışı bu sınırların dışına çıkılmasını kolaylaştırdı, önceden hayal bile edilemez olan şeyler (örneğin, tıptaki ilerlemeler sonucu cinsiyet değiştirebilmek) hayal edilebilir hâle geldi. Sınırların muğlaklaşması ihlalin statüsünü de değiştirdi ve aynı durumun bir sonucu da daha güçlü baba figürlerine duyulan ihtiyacı pekiştirdi. Bütün dünyada artan otoriterliğin, yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın bütün bunlarla ilişkisini kurma görevi ortada duruyor. Sınırların olmaması alınan keyfin doyumla olan bağını da aşındırdı, böylece sınırları ve limitleri olmayan bir dünyada olsak bile aldığımız doyum radikal biçimde azaldı. Yani arzunun kendi içinde bir sınırdan doğması olgusunun yerini sınırsız bir talep ekonomisi aldı. Talep ise daha çok talepten başka bir şeye yol açmıyor. Bütün bunları göz önüne alırsak, sığ bir ahlakçılıktan, otoriter bir ataerkillikten ya da hukuki yasanın gitgide boğucu hâle gelmesinden başka bir yol bulma zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Sapkınlık özgürleşmenin başka bir adı değil, tam tersine özgürlüğün daha da boyunduruk altına alınması anlamına geliyor. Burada yaşadığımız çağı niteleyen semptomatik bir durum söz konusu.   

Aslına bakılırsa medya ve internet çok büyük ölçüde sapkın imgelemle doygunluğa ulaşmış görünse de, arzu ve erotizm alanında bu imge bolluğunun karşılığını bulmak ne kadar mümkün diye sormak gerekiyor. Her türden ihlalin bir tıkla görüntüsünü görebilmemiz bizi daha arzulu ve daha doyumlu hâle getirdi mi? Görünüşe aşırı hoşgörülü olan ve her şeye izin veren çağımızda ihlalin kaderi ne olacak? Zaten çağımızda her şey mümkünse, yasağın arzuyu oluşturduğu ve -daha keskin bir terimle söylersek- kışkırttığı eski zamanlarla günümüz arasındaki farkı göz önünde bulundurmak zorunda değil miyiz? Ayrıca, psikanaliz hem bir teori hem de bir klinik uygulama olarak, bu değişen zamanlara tamamen onlarla uyuşmadan nasıl ayak uyduracak?    

Çağımızda cinselliğe yaklaşım geçmiş dönemlerle karşılaştırıldığında oldukça değişti ve bugün çeşitli cinsel pratiklere karşı oldukça geniş bir hoşgörüden söz edilebiliyor. Geçmişte cinselliği düzenleyen bir dizi ahlaki, etik, dini, hukuki norm varken, bugün bunun yerine çiftlerin karşılıklı olarak rızasına dayalı bir tür “bilgilendirilmiş onam”dan söz ediliyor. Bunun en numunelik örneğini E. L. James’in Grinin Elli Tonu (2011) romanında bulabiliriz; romanda erkek kahraman kadın kahramana kendisine uygulayacağı sado-mazo cinsel pratikler için bir anlaşma imzalatıyor ve baştan onun rızasını alıyor. Bu “sınırları ihlal edeceğim ama senin izninle” yaklaşımı çağımızın iki özelliğini bir araya getiriyor: ihlal ve rıza. Burada başımıza geleceklere karşı baştan rıza göstermemiz beklenirken, hepimizin rasyonel varlıklar olarak seçim yaptığımız şeklinde bir bireycilik de alttan alta ima edilmiş oluyor. Baştan rıza gösterilmesi talep edilen erotik oyunların ne kadar arzu ve doyum yaratacağı sorusunu ise varın siz düşünün. Rıza ihlal edilecek sınırların limitlerini bize gösteriyor, bu da aslında sınırları düzenleyen büyük Öteki’nin etkisinin azaldığını, onu inşa etmemiz gerektiğini işaret ederek, temel sapkın sorunsala, yani Öteki’nin var edilmesi meselesine bizi tekrar getiriyor. 

Eğer sınırları çizecek bir Öteki yoksa, bizi kaygıdan koruyacak bir merci de yok demektir. Fakat burada bir ek var, sınırlar partnerler arasındaki rasyonel müzakerenin alanı olarak görülüyor. Böylece “sapkınlık” terimi kullanılması ayıp kaçacak bir tür damga olarak görülerek, bunun yerine daha “soft” isimler kullanılabiliyor. Sapkınlığın yerli yerince kullanıldığı alanlar ise pedofili, nekrofili, ensest ve benzerlerine sınırlandırılıyor. DSM ise sapkınlık yerine “parafili” terimini kullanmayı tercih ediyor. Ancak kuşku yok ki psikanaliz norm dışı olan atipik cinsel davranışları sınıflandırıp adlandırmaktan çok bir yapı olarak sapkınlığı oluşturan öğelerle ve insan cinselliğinin bir parçası olan sapkın özelliklerle ilgilenmeye devam ediyor. Dolayısıyla psikanaliz için sapkınlığın aşağılayıcı bir damgalama olmadığını defaten belirtmek gerekiyor. Freud’un belirttiği üzere psikopatoloji alanında hem bir süreklilikten hem de kesin hatlarla ayrılmış yapılardan bahsettiğimize göre “normallik” ve “psikopatoloji” arasında, özellikle sapkın özellikler söz konusu olduğunda, durup bir kez daha düşünmemiz gerekiyor.    

Çağımızın sorunu güncel söylemlerin kaybın ve belirli bir miktar keyiften feragat etmenin inkârını cesaretlendirmesidir. Özneler daha çok “hemen burada, hemen şimdi” sloganıyla özetlenebilecek bir keyif alma zorunluluğuna teslim olmaktadırlar. İnsanların gitgide daha sabırsız ve şikayetçi olmaları üzerlerindeki keyif alma baskısının bir sonucu olarak kavramsallaştırılabilir. Ancak paradoksal olarak, sonuçta ellerinde kalan daha fazla arzu ve doyum değil daha fazla kaygı ve daha fazla nesne talebidir. Bunun başka bir korelatı ise öznelerin artan miktarlardaki hak iddia etme talepleridir, bir şeylerin kendilerine verilmediğini ya da ayrımcı ve ırkçı ideolojilerde olduğu gibi kendilerinden alınıp ötekilere verildiğini iddia etmektir. Bu “keyif al!” emri Lacan’ın sapkınlığı tartışırken bahsettiği -Kant ve Sade’daki- süperego emrinden başka bir şey değil. Bu iki sonuca yol açıyor: Birincisi, bu resme gönüllü olarak uymayanlar için bir hoşnutsuzluktur, ama aynı zamanda ve özellikle buna yakalananlar arasında ise bir tür sapkın tarzdır, örneğin ötekini bir tüketim nesnesine indirgeyen bir tarz. Bunu en iyi kadın-erkek ilişkisinde değişen ilişki tarzlarında görebiliriz: Dünyada pek çok kişi için, aranan kişi bir arzu ya da aşk partneri değil, daha çok hızlıca keyif alıp yeni bir tanesini talep edeceği bir tüketim nesnesine dönüşmüş durumda. İnternetin gelişip yaygınlaşması da bu durumu teşvik ediyor, insanlar görmemeleri gereken şeylere çok kolaylıkla ulaşabiliyorlar. Tabii ki bu, internette bu görüntüleri izleyen herkesin sapkın olduğu anlamına gelmiyor, ama sapkın bir tarzın hâkim olduğunu ima ediyor. İnternet ortamında gözetlemecilik ya da egzibizyonizm neredeyse sıradan bir olgu, bu yüzden bazı Lacancı analistler dünya ölçeğinde yaygınlaşan “sıradan bir sapkınlık”tan bahsediyorlar. İnternetin bu türdeki bir kullanımı “neyin gösterilebilir” olduğu ile “neyin yasak” olduğu arasındaki sınırı gitgide bulanıklaştırıyor. Ya da hiçbir yasak yok mu? Bu durum bütün nesnelerin keyif alınabilir olduğu, herkesin her şeyi görmeye hakkı olduğu ve toplumsal olarak dışarıda bırakılmış bakışın yeniden toplumsal alana dahil olduğu bir hâle yol açıyor. Basitçe bir internet sitesine girerek sınırları olmayan bir dünyaya adım atabilmek, arzuyu oluşturan sınırları alt üst etme hissinin ortadan kalkmasına yol açarak doyum eğrisinde aşağı yönlü bir vektör oluşturuyor. Ve sonuçta arzulamak için daha fazlasını, daha da fazlasını yapmak gerekli hâle geliyor.  


* Bu yazı ilk kez 2018 yılında Suret Dergisi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır. 

[1] Freud, S. (2006). Cinsellik kuramı üzerine üç deneme. Cinsellik Üzerine içinde. Çev. E. Kapkın. İstanbul: Payel, s. 39. 

[2] Freud, S. (1998). Bir histeri olgusunun çözümlemesinden parçalar (“Dora”). Olgu Öyküleri 1 içinde. Çev. A. Eğrilmez. İstanbul: Payel.

[3] A.g.e., s. 75.

[4] A.g.e., s. 75.

[5] A.g.e., s. 42.

[6] Freud, S. (2006). Çocuksu cinsel organ örgütlenmesi. Cinsellik Üzerine içinde. Çev. E. Kapkın. İstanbul: Payel, s. 296.

[7] Freud, S. (2006). Cinsellik kuramı üzerine üç deneme. Cinsellik Üzerine içinde. Çev. E. Kapkın. İstanbul: Payel, s. 70.

[8] Dean, T. (2006). “Lacan Meets Queer Theory”, (haz.) D. Nobus ve L. Downing, Perversion: Psychoanalytic Perspectives içinde. Londra: Karnac, s. 277. 

[9] A.g.e., s. 278.

[10] Lacan, J. (1991). The Seminar of Jacques Lacan Book I: Freud’s Papers on Technique. J.-A. Miller (Haz.), J. Forrester (çev.). New York: W. W. Norton Company, s. 221.

[11] Fink, B. (2016). Lacancı Psikanalize Bir Giriş. Çev. Ö. Öğütcen. İstanbul: Encore.