Ara

Özgür Öğütcen

Psikanalist, Psikiyatrist

Yazar

Özgür Öğütcen

Psikiyatrist Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi email: ozgur84@hotmail.com

Yeni kitap

Lacan Sempozyumu 2024

SÖKÜLÜP TAKILABİLEN PARÇALAR VE DE-SÜBLİMASYON

ÖMER KOÇ KOLEKSİYONU ÜZERİNE

I

Ömer Koç’un Arter’de sergilenen koleksiyonunu görünce aklıma gelen ilk sanatçı ORLAN oldu, onun de-süblime edici yönü, bu koleksiyonu da baştan aşağı kat ediyor diye düşünmeden edemiyor insan. Aralarındaki bu benzerlik, sadece “yüce olan”a ilişkin önceki burjuva uzlaşmasına karşı çıkmasından kaynaklanmıyor, aynı zamanda bu karşı çıkışın kendisinin de sınırlı olduğunu gösteriyor. Bu tür döngüsellikleri başka birçok yerde, belki çok ilgisiz gelebilir ama, Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde görmek mümkün. Bu durumun olağan sayılabilecek bir sonucu, çok yakın zamanlara, hatta 20-30 yıl öncesine kadar gelebilmiş modern-modern olmayan ayrımının, bu son dönemde neoliberalizmin kapsamlı yıkıcılığıyla alaşağı edilmiş olması. Bu durum, sanat alanında, belki yine beklenebilir bir şekilde, sanat olan-olmayan, eser/iş-dekorasyon/tasarım ürünü, çerçeve-yer gibi ikili ayrımlara dair tartışmaların artmasına yol açtı. Buradaki mesele bir “hakikilik” meselesi değil, ama daha çok de-süblime edici etkinin artık dayanılmaz hale gelmiş olmasına karşı bir muhasebeye girişme çabası olarak görülebilir. Elde avuçta korunabilecek ne varsa, sanatın açık tuttuğu alanda ne varsa, bunu savunmanın yolu, sanki sanat-değilmiş gibi yapan, bir tür as-if kategorisine sıçrayan, savunmacı bir tutum oldu. Bu aslında neoliberalizmin son otuz kırk yılına damgasını vuran ve aşırı finansallaşma koşulları altında “yüce olan” ne varsa berhava edip yoluna gitmesine karşı bir duruşu temsil ediyor. Zaten ölü olan bir şeyi öldürmenin imkansızlığı diyebiliriz buna.

Neden insanlar kapitalizmin alternatifsiz olduğuna inanıyorlar? Kapitalizm çoğumuza sanki bir doğa olayıymış gibi geliyor, aynı gezegenlerin, ayın, güneşin var olduğu gibi. Oysa mesele bu kadar basit değil. Kapitalizm tarihsel olarak şunun şurasında 300-400 yıldır var ve yerini aldığı feodalizmden çok daha fazla zarar verdi. Bir taraftan doğayı yok olmanın eşiğine getirdi, diğer taraftan insanlar arasında devasa eşitsizlikler yarattı. Ama biz ona “inanmaya” devam ediyoruz. İşte tam da bu noktada, kapitalizmin arzumuzla, bilinçdışımızla ve umutlarımızla ilişkisini sorgulamak iyi olabilir. Bizi kendimize bile inanmaktan alıkoyan, bu vaat bombardımanı neyin nesi? Bitmez tükenmez savaşlar, doğanın ve insanların sömürülmesi, umutsuzluk, yalnızlık, depresyon… Kaderimiz çoktan çizilmiş ve kapanmış durumda mı? İşte bu etkinlikte, Todd McGowan’ın kitabından hareketle bütün bunları konuşacağız.

Yeni kitap: “Freud’a Klinik Bir Giriş” Bruce Fink

Pek çok önyargıyla yaklaşılan ya da yanlış anlaşılmaya pekâlâ müsait olduğu için genellikle göz ardı edilen Freud, klinik uygulamalar için bugün hâlâ yaygın olarak kullanılan sayısız teknik ortaya koymuştur. Tuhaftır ama, Freud'un çalışmalarına, öğrencilerin ve profesyonellerin günlük yaşamlarında ve kariyerlerinde kullanabilecekleri klinik bir giriş hiç yapılmamıştı. Ta ki şimdiye kadar! 

Freud'un doğrudan bilinçdışına yönelmek için geliştirdiği tekniklere odaklanan bu kitap, bu teknikleri bugün nasıl kullanabileceğimizi ve hatta belki de nasıl geliştirebileceğimizi gösteriyor. Kendilerini “Freudcu” olarak görmeseler bile, her türden terapiste fayda sağlayacak sayısız teknik uygulama içeriyor bu kitap. 

Lacan üzerine incelikli uzmanlığını çeşitli edebi, sanatsal ve düşünsel referansla harmanlayan Bruce Fink'in zarif üslubu, Freud'u her türden klinisyen için keskin bir odak noktasına haline getiriyor. Açık fikirli bir şekilde, "Bu yaklaşım klinik çalışmalarımda daha önce görmediğim bir şeyi görmemi sağlıyor mu?" diye soran okurlar bu kitapta birçok yeni içgörü bulacaklar. 

“Bu kitaba kadar, klinisyenler için İngilizcede Freud'a titiz bir giriş kitabı hiç yazılmamıştı. Bruce Fink sadece konuşma terapisi yapanlar için mükemmel bir rehber yazmakla kalmamış, seans odasındaki günlük yaşamın bir tür psikopatolojisini üretmeyi de başarmış. Buradaki teorik açıklamalar, her klinisyenin günlük pratiğinde yankı uyandıracak örneklerle birleşerek Freud'un günümüzde hâlâ geçerli olduğunu sahiden ikna edici bir dille ortaya koyuyor. Freud'un cömert olduğu kadar eleştirel de bir okuru olan ve hamasetten kaçınan Fink’in bu çalışmasını sadece klinisyenlere değil, Freudcu teori ve pratiğe genel bir giriş yapmak isteyen herkese tavsiye ederim.”
Darian Leader

Yeni kitap: “Özgürlüğün Biyolojisi: Nöroplastisite, Deneyim ve Bilinçdışı”

Özgürlüğün Biyolojisi nörobilimler ile psikanaliz arasında kurulmaya çok ihtiyaç duyulan köprüyü inşa etme yönünde çığır açıcı bir çalışma. 

Freud, nörobilimlerin gelecekte bir noktada psikanaliz teorilerine destek sunacağını umuyordu: Sonuçta her iki disiplin de deneyimin zihinde izler bıraktığı konusunda hemfikir. Ancak bugün bile, yirmi birinci yüzyılın üçüncü on yılında, çok sayıda bilim insanı ve psikanalist, her iki tarafın da bu izlerin kökeni ve doğası konusunda tamamen farklı modellere sahip olduğunu savunuyor. İnsan deneyimini oluşturan nedir, bu deneyim bizi nasıl şekillendirir ve eğer mümkünse, hayatlarımızı nasıl değiştirebiliriz? Psikanaliz ve nörobilimler, açıkça düşmanca olmadıkları zamanlarda bu sorular hakkında iletişim kurmakta başarısız olmuşlardır. Gelgelelim Özgürlüğün Biyolojisi'nde Francois Ansermet ve Pierre Magistretti bu başarısızlığa nihayet bir son veriyorlar. 

Titiz ama gayet sarih ve anlaşılır bir anlatımı olan bu kitap, beynin sinir ağının plastisitesinin, deneyimin art arda kaydedilmesini, düzenlenerek yeniden aktarılmasını nasıl sağladığını ve her bireye özgü bir iç gerçekliğin, bilinçdışı bir psişik yaşamın oluşmasına nasıl yol açtığını gösteriyor. Plastisite kavramına dayalı bir paradigma değişimini ortaya koyan bu çalışmada, bir psikanalist ve bir nörobilimcinin bu zarif ve kusursuz işbirliği, daha önce uyumsuz olduğuna inanılan disiplinler arasındaki uçurumu kapatıyor. Ansermet ve Magistretti, zihin/beden bağlantısının keşfedilmesi için yeni kapılar açtığı gibi kişisel özgürlük, kimlik ve değişimin bedensel temellerini anlamak için de yepyeni yollar açıyor.

Yakında Axis’den yayınlanacak olan Lacan Depresyon ve Melankoli Hakkında Ne Dedi? kitabı üzerine

Elinizdeki bu kitap çağımızda git gide bir salgına dönüştüğü iddia edilen “depresyon” üzerine Lacancı bakışı hakkıyla ortaya koyan yenilikçi ve çığır açıcı bir kitap. Lacancı psikanalizin “depresyon” konusunda ne söyleyebileceği hepimizin kulak kabartması gereken bir konu. Çünkü “depresyon” terimi heterojen bir alanı indirgeyerek, dışsal belirtilerden kurulu bir dizi semptomu birleştirmektedir. Ki bu da sonuçta depresif olan her bir kişide farklı anlamlara gelebilecek olan belirtileri, üzerine konuşmadan kabul etmeye bizi zorlamaktadır. Klinisyenler için -özellikle de psikiyatristler için- bu alanın heterojen bir dizi şeyin üst üste binmesinden oluştuğunu görmek çok önemlidir. Bu da bize her bir öznenin tek tek dinlenmesi gerektiğini salık verir. İlaçlar öznelerin özneliğini siler ve herkesi aynılaştırır, oysa Lacancı psikanaliz her birimizin tekilliğine vurgu yaparak bizi konuşma göreviyle yüz yüze bırakır. “Depresyon” kelimesini tırnak içinde yazmam, aslında bu kavramın gönderme yaptığı alanın farklılaşmasına işaret etmek için. Kitaptaki klinik örnekler her bir bireyde depresif durumların ortaya çıkışının farklı nedenlerle olduğunu gözler önüne seriyor; ki bu noktanın -Lacancı olmayanların- kendi klinik anlayışlarını sorgulamaları için bir nebze de olsa katkıda bulunabileceğini düşünüyorum. 

Depresyonun görülme sıklığının artması depresyonun konuşma ile ele alınabilecek bir şey olmadığı fikrindeki artışla el ele gidiyor. Kimyasal çözümler ya da adına terapi denen standart uygulamalar ile depresyonun ortadan kaldırılabileceği iddia edilegelindi. Oysa araştırmalar bunun tersini söylüyor; öznenin ve konuşmanın üzerinin çizilmesi adına depresyon denilen durumların aynı dönemde daha da arttığını kanıtlıyor. Demek ki bu mesele üzerinde düşünmek zorundayız. Ya elimizdeki kavramsallaştırmada bir sorun var ya da başka etkenler bu artışta rol oynuyor. Depresyona salgın benzetmesinin yapılması, ona karşı üretilen psikanaliz dışındaki çözümlerin yetersizliğini ve uygunsuzluğunu gösteriyor. Salgın önlenemiyorsa, var olan kavramları ve çözümleri sorgulamamız gerekmez mi? Aslında bu görüş, belirli bir paradigma değişikliğinin gerektiğini ve bunun pek de kolay olmadığını ima etmekte. Tarih boyunca paradigmalar çok zor değişmiştir, hatta bir şeyin paradigma olmasının temel niteliği bu görece değişmezlik olmuştur. Bugün de bir kez daha zamanımız değişirken ve pek çok alanda çıkmazlar daha da görünür hale gelirken bunu bir paradigma değişikliğinin öncüsü olarak neden telakki etmeyelim? İşte bu kitap, Türkçe okuyan okura yeni bir perspektif sunuyor, bugüne değin depresyon konusunda kendi bagajında biriktirdiklerinden oldukça farklı bir perspektif. Bu yeni bakış açısı hem kuramsallaştırma alanına hem de olası çözümler alanına odaklanıyor. Kör bir ampirizmin yerine, bir zamanlar Freud’un dediği gibi, sözün gücünün, Öteki’ne hitap etmenin ve onun tarafından muhatap alınmanın konulduğu bir teorik kayma bu. Elbette her birimiz, klinisyenler olarak ya da sadece okurlar olarak, hazır olduğumuzdan daha fazlasını bir anda alamayız, kavrayamayız; ki burada sunulan görüşlerin çoğunun nasıl alımlanacağını bilemesek de bazı taşları yerinden oynatabileceğine dair inancımızı sürdürmek zorundayız. 

Bize sunulan seçenekler çok kısa -bazen birkaç dakikalık- görüşmelerin ardından gelen ilaç reçeteleri ya da herkese uygulanan prosedürler ise acılarımızı ne yapacağımız sorusu kabus gibi üzerimize çökmeye devam edecek demektir. Edebiyat, özellikle romanlar, filmler ve diziler kayıpla, yasla, ölümle, çocuk kaybıyla, evliliklerin sonlanmasıyla, başka bir ülkede yaşama tutunmaya çalışmanın zorluklarıyla vb bu kadar dolup taşarken bu alanın profesyonellerinin bu konulara bu ölçüde yabancı olmaları şaşırtıcı bir olgu. Ya da iyi niyetli bir duygudaşlıktan öteye geçemeyen yüzeysel bir politik duruşla karşı karşıyayız. Kendimizin ne olduğuna değil nasıl olması gerektiğine dair bir zorlama mevcut bu söylemlerin içinde. Oysa öznenin sorumluluğu öncelikle acıları üzerine konuşmaya başlamasını gerekli kılıyor; susarsa ya da bütün çözümleri Öteki’nden beklerse yol alması imkansız hale geliyor. Yalnızlık içinde pek çok insanın kıvrandığı, kendilerine dünyada yaşamak için bir anlam bulamadığı, dertlerini tarifsiz bunaltılar olarak deneyimlediği zamanımızda Lacancı Gerçek kategorisi bizi daha da gafil avlıyor. Tam tersine en imkansız olanın bile sözle dönüşebileceğine inanmak bizi psikanalizin olanaklarıyla karşılaştırma potansiyeline sahip.   

Yeni kitap: Kapitalizmin Ruhsal Bedeli Nedir?

Todd.McGowan bu kitabında hepimizi derinden etkileyen kapitalizme ilişkin yepyeni bir bakış açısı getiriyor. Bugüne değin kapitalizmin “neyi yapamadığına” odaklanan kapitalizm eleştirisinin yerine, onun “neyi yapabildiğine” odaklanan bir eleştiriyle karşılık veriyor. Kapitalizmin neden insanlara bu kadar “doğal”, “makul” ve “alternatifsiz” geldiğinin cevaplarını tam da kapitalizmin arzumuz üzerindeki etkisinden yola çıkarak veriyor. Kapitalizm bizi hep bir vaadin içinden “daha iyi” bir geleceğe bakmaya sürüklerken “şimdi”nin olanaklarını görmemize engel olur. Kapitalizm eleştirisi dahi bu “daha iyi bir gelecek vaadi”ne kendini kaptırmış durumda. Süreğen bir kıtlık, olağanüstü durum ve kapımızda bekleyen tehlikeler anlatısı insanları bir tür politik apatiye sürüklüyor. Psikanalizin bize verdiği ders arzunun tatmin olmasa da yoluna gidebileceğidir. Eğer sürekli daha fazla tatmin ararsak daha fazla hayal kırıklığı yaşarız. Ancak dünyanın hemen şu anda herkese yetecek bir bolluk ürettiğini idrak edersek bu ilüzyondan kurtulmaya başlayabiliriz. Gelecekte sahip olmayı hayal ettiğimiz hiçbir meta, mal ya da araç bizi bugünkünden daha iyi duruma getirmeyecek diye görürsek, “şimdi”nin içinde açılan imkanı görebiliriz. Açgözlülükle arzumuzu doyurmaya çalışmak yerine, insana damgasını vuranın bir eksiklik ve tatminsizlik olduğunu kabul edersek kapitalizmin bize önerdiği tatmin, daha çok biriktirme, sahip olma çıkmazından sıyrılmaya başlayabiliriz. Kapitalizm “doyum” vaat eder ve hep bunu eksik bırakır, bu bir yanılsamadır. Bu nedenle dünyanın her yerinde insanlar kendilerini gün geçtikçe daha da tükenmiş, mutsuz, yalnız, izole edilmiş ve alternatifsiz hissediyorlar. Ya da suçlayacakları ötekiler arayan köktenci ve ayrımcı siyasetlere tabi oluyorlar. İşte Todd McGowan’ın bu kitabı bize olası bir çıkış yolunu gösteriyor.

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑